Followers

Wednesday, February 16, 2022

Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...




Ne kadar olmuş yazmayalı, günümüzün giderek görsel odaklı olan dünyasında insanın kendini, harfleri yan yana koyarak resmetmesi çok zor. Hele ki dudakların bizi ekrandan öpecekmiş gibi uzanıp büzüldüğü, çeşitli filtrelerle kusursuzlaşan onca fotoğrafın arasından, uzun bir yazının okunma ihtimali nedir ki? Aslında 0'a yakın. Son zamanlarda sıklıkla kendimi Gülten Akın 'ın o ünlü mısrasında buluyorum "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya, kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar". Hayatta karşınıza çıkan insanların bir kısmı sizin söylemeyi, yapmayı kabalık olarak gördüğünüz şeyleri yapmayı hayat motto'su olarak kabul etmiş oluyor maalesef. Trafikte önünüzden 5 araba geçtiği halde hala size yol verilmesini bekliyorsanız, metrodan yada bir restorandan siz çıkarken, içeri girmek için sizi iten insanlara gıcık oluyorsanız, samimiyetinizin sadece bir selamdan ibaret olduğu insanlar yan yana durduğunuzda sordukları sorularla aile bütçesini hesaplamayı kendilerine iş edindiğinde sıkılgan bir gülümseme ile karşılık veriyorsanız kulübe hoşgeldiniz. Siz çocuğunuza başkalarının hakkına saygı duymayı öğretirken, başkaları oyunda hile yapmayı anlatacaktır, siz çocuğunuza, emek veren insanlara teşekkür etmeyi öğretirken diğerleri üstünlük kurmayı anlatacaktır. Aynı Gülten Akın'ın mısralarında anlattığı gibi sen iğneyle işlerken bir şeyleri onlar kalın fırçalarıyla boyayacaklar daha hızlı, daha görülebilir, daha çok olacaklar. Olsun yine de bir gün incelik kazanacak..

Hadi biraz nostaljik olsa da bu şarkı incelikten kırılacak olanlara gelsin :)

Friday, February 11, 2022

Anneannem

 Çocukluk, yetişkinlerin sığınağıdır denir hep. Tabii bu sığınağa güzel bir çocukluk geçirmişseniz dönmek istersiniz. Bazı insanların çocukluğu uzun sürer. Düşünüyorum da sanki benim de öyle. Çocuklar yaşını büyütmek ister ya küçükken, ben de isterdim. "Kaç yaşındasın?" diye soranlara buçuğunu bile hesaba katıp söylerdim "sekizbuçuk" derdim mesela. Yaşımı büyütmek istesem de  ruhum uzun süre çocuk kaldı. Anneannemin gıdısına burnumu yapıştırarak koklayarak öpmeyi çok severdim, yaşlılıktan incecikti teni, "ay yapma" diye kızardı güya, sonra gülerdi. Okuldan sonra onu ziyarete gittiğimde tereyağlı reçelli ekmek yapardı, tadı enfes bir şeydi. Televizyonun karşısına geçip afiyetle yerdim. Anneannem uzandığım alçak koltuğa otururdu sohbet edelim diye, kalkarken de tek hamlede kalkamazdı ben de kalçasından ittirirdim bir an evvel kalksın diye "Dur, ben genç kız mıyım? hemen kalkamam koltuk alçak" diye söylenirdi. Dedem işten eve gelmeden önce kasetçalara Tango kasetleri koyup dans ederdik birlikte, bazen de ince sesiyle eşlik ederdi şarkılara. Özellikle "Mazi Kalbimde Bir Yaradır" şarkısını çok severdi. Huyu teni gibi yumuşacıktı anneannemin, ruhu ise hep telaşlı ve temkinli. Yağmur yağsa sel basacak, rüzgar esse tufan olacak gibi korkardı. Sarı renkli alüminyum kutuda sakladığı ve her daim yanında taşıdığı kremi gibi kokardı. Yasemin gibi bir kokuydu sanki, tüm beyaz çiçekleri çağrıştırırdı. O koku odasında duran konsolun ilk çekmecesinde uzun süre saklı kaldı, anneannemi kaybettikten sonra bile uzun süre burnuma çalındı o koku. Saçları çok seyrekti, hiç o kadar seyrek saçlı kadın görmemiştim ama yine de saçlarını itinayla tarar, bir kaç bigudi veya firkete sarıp öyle yatardı. Anneannemi bigudili görmek çok komik gelirdi bana küçükken. Bazen benim kakülüme de bir bigudi sarardı, sabah saçımı kabarmış görünce çok şaşırırdım. Tırnaklarına beyaz yada uçuk pembe sedef renginde oje sürerdi. Sabah yataktan kalkarken ayaklarıyla havada bisiklet çevirirdi. "Kültür, fizik yapıyorum sen karışma" derdi. Gülmekten katılırdım. Sabah kalkar kalkmaz üstünde hiç pijama yada gecelikle kalmaz. Giyinir, o meşhur bigudilerini açar, saçlarını tarar kahvaltıya öyle otururdu. 

Biz Marmaris'teyken doğum günüme illa ki anneannem de gelsin isterdim, bazen İstanbul'dan tam doğum günümde gelemezdi, yetişemezdi. Doğum günüm olmasa da mutlaka anneannem geldiği zaman da pasta alın diye tutturur, onunla da doğum günümü kutlamak isterdim. Hatta onun olduğu doğum günümü esas doğum günüm sayardım. Bu vesile ile de yılda iki tane doğum günüm olurdu. Döndüğünde telefonda konuşurduk. Hep sorardım "Bir daha ne zaman geleceksin diye, kaç gün kaldı gelmene?" " Kaç gün kaldı?" Ertesi gün arardık "Kaç gün kaldı gelmene?" bıkmadan sorardım. Çocuktum.

Bir keresinde sömestr tatilinde beni Fenerbahçe'deki (şimdi yerinde yeller esen) Piramit'e götürmüştü. Üst katında oyun oynayarak bilet toplanan, bin türlü elektronik oyuncağın olduğu "Funcity" tarzında bir oyun merkezi vardı. Bir makina seçtik, oyunda timsahlar yuvalarından çıkıyor ben de elimdeki tokmakla timsahlara vuruyorum. Timsahlar hızlandı bir, iki ,üç derken hepsi girip çıkmaya başladı artık ben elimdeki tokmakla yetişemiyordum. Baktım anneannem o meşhur yumruğuyla yetişti imdadıma, yumruğunu plastik timsahların üstüne düşman askeriymişçesine ardı ardına indirdi. Tabii iki kafadar voleyi vurup, epey bir bilet topladık. O canhıraş savunmayla,  topladığımız biletlere karşı oyun merkezinden bir tane balon verdiler.  İkimiz de balonu alıp hüsrana uğramış bir şekilde tıpış tıpış eve döndük. Ertesi gün anneannemin elinin yanının mosmor olduğunu gördüm. "Anneanne elin mosmor olmuş" deyince. "Yaşlılıktandır" dedi.  Bir önceki gün timsahlarla yumruk yumruğa savaştığını hatırlattığımda ise ikimiz de gülmekten yerlere yattık sonra da bu anı bizi hep güldürdü. 

 Anneannem canım bir şeye sıkıldığında, yanıma gelip sırtımı uzun uzun sıvazlar, "bu insana çok iyi gelir. Şimdi bir şeyin kalmaz" derdi. Bazen pişti, bazen tavla, bazen de balık oynardık anneannemle. Zarı atıp puzzle gibi ayrı ayrı parçaları olan balığı birleştirmekti oyunun amacı. Hep ilk balığı o birleştirirdi. "Hadi ben ısgaraya attım balığı" derdi. "ızgaraya" hep "ısgara" derdi ben de öyle demesini çok severdim hiç düzeltmezdim. Bir de "İstanbul'a" "Istanbul" derdi... Pür dikkat televizyondaki yarışmayı izlerken televizyon karlanınca, soğan cücüğünü çıkarırcasına yumruğunu indirirdi televizyonun tepesine. O mucizevi yumrukla görüntü eski netliğine kavuşurdu birden. Hissederdi bir de, canımın sıkıldığını hissederdi. Bir kere yazlıktan erken dönmüştüm. Tek Başıma evde kalırım demiştim , hiç de sevmem aslında yalnız kalmayı. Tam sıkıldığım sırada bir baktım ki anneannem gelmiş, ne sevinmiştim. "hadi bize gidiyoruz" dedi. Taksi çevirdik evin önünden. Daha yüz metre gittik gitmedik ki taksici sokağa saparken duran arabaya olanca hızıyla çarptı. Ben koltuktan kaydım bacağım ön koltuğun altına girdi bir baktım anneannem yok yanımda. Çok korktum, anneannem camdan fırladı sandım Halbuki nasıl fırlasın kocaman kadın. O zaman çok korkmuştum ya anneannem ölürse diye..Yıllar geçti,ben büyüdüm Üniversiteye gidecektim Ankara'ya hiç istemedi. "Uzağa çocuk gönderilir mi?" dedi. Gittim Ankara'ya.  Arardım onu , o da beni arardı.  Yurttan bile arardı konuşurduk. Sonra hastalandı. Son telefon konuşmamızı hatırlıyorum. Mezun olacağım seneydi. "Az kaldı" dedim. "Ne kadar?"dedi Bu defa o sormuştu çocuk gibi "Kaç gün kaldı gelmene?" "İki ay kaldı, bitti artık sonra hep İstanbul'dayım."dedim. "Ooo, çokmuş, epey varmış, göremem ben herhalde" dedi. Hiç ihtimal bile vermedim bu dediğine, geçiştirdim. İnanmadım. Hiç inanmadım. Göremedi gerçekten. İki ay çokmuş Anneanneme. Telefon konuşmamızdan sonra kısa bir tatilde yanına gittim. Hastanedeydi. Sürekli kalmadım yanında, onu öyle hatırlamak istemediğimden belki de. Sadece bir gece kaldım. "Seni çok seviyorum."dedim. "Anlıyorsan sık elimi" dedim. Sıktı. Hiç dönmek istemedim Ankara'ya. "İyileşiyor anneannen, durumu çok iyi."dediler. İnandım. Hemen inandım. Meğer kaybetmişiz, söylememişler. Çok sonra tesadüfen biri "Başın sağolsun anneanneni kaybetmişsin" diye kaçırdı ağzından. Ben yine inanmadım. Çocuk gibi " Siz yanlış biliyorsunuz hastanede ama iyileşiyor" dedim. Sonra, sonra düşündükçe anladım ki iki ay çokmuş. O çocuklaşmış, ben büyümüşüm. 

Doğru Okulu Seçmek..

     Uzun süredir yazmıyordum. Artık kızım 5. sınıfta. Kendimi veli olarak daha bir kıdemli hissediyorum sonuçta ortaokullu olduk. Okulların kayıt kabul ve bursluluk sınavları başladı hatta şu günlerde bitti bitiyor bile. Sosyal medyada bazı gruplarda okul öncesi ve ilkokul döneminde  yaşadığımız olumsuz İTÜ deneyimimizden bahsetmiştim ve okul seçimlerinin yapıldğı bu ara bir çok kişi bana sosyal medyadan ulaşmaya çalıştı. Tabii öğrenmek istedikleri nasıl bir olumsuzluk yaşadığımızdı. Her gelen soruyu da elimden geldiğince yanıtlamaya çalıştım. Çünkü maddi manevi bir çok fedakarlıkla eğitim gören çocuklarımızın yanlış ellerde değerlendirilmesi, o kadar emek ve para döküp sonunda keşke demek çok acı... Evet ben bir veli olarak İTÜ Natuk Birkan İlkokulundan hiç memnun kalmadım ama aynı süreçte başka şubelerde çok memnun olan veliler de olabilir tabii.  Özetle tek söyleyeceğim eğer bir okulu ziyaret ettiğinizde içinize sinmeyen bir şeyler hissederseniz oradan kaçarak uzaklaşın. Çünkü o içine sinmeme hissi siz okulla haşır neşir oldukça daha da artıyor. Sinek küçük ama mide bulandırır sözü okul seçiminde cuk diye yerine oturuyor. Daha önce de sıkıntıları yazmıştım artık tekrarlamayacağım ama her veliye aynı uzaklıkta olmayan bir okul olması, özel okulda yönetime yakın velilerin sınıf öğretmenini seçebiliyor olması, diğerlerinin ise iki katı ücret ödeyip İTÜ'lü velilere sunulan olanaklara ciğercinin kedisi gibi bakması, 3 yılda 3 öğretmen değiştirmemiz, yönetim kadrosunun sürekli değişmesi, göklere çıkardıkları akademik başarının sadece velilerin aşırı çabasıyla gerçekleşmesi ve geri kalan her şeyin sönük bir balon olması diyebiliriz. Ne yazık ki ilkokul öğretmenin dediğimde kızım hangisi diyor? Bağ kurduğu maalesef tek bir öğretmeni olabildi o da yönetimle anlaşamayıp istifasını verip gitti. 4. sınıfta istemeyerek de olsa okul değiştirmenin en doğrusu olduğuna karar verdik ve Bilfen'i seçtik. Hatta sırf okul için taşındık, yaka değiştirdik bildiğiniz Avrupa'dan Asya'ya göç ettik :) Sonunda memnunuz. Evet duyduğum tüm hikayelere rağmen memnunum. Neden? Aslında 1. sınıfa başlarken Ada'yı Bilfen'in değerlendirmesine sokmuştum geçti ama eşim "çok baskıcı, çok ağır bir okul" dedi. Ada'ya uygun olur mu diye çok da karar veremedik. O kadar çok şey duyduk ki arafta kaldık. Duyduklarımız gözümüzü korkuttu diyebilirim. Ama görüşmede doğru yerdeyiz hissini almıştım, sorduğum milyon tane soruya çat çat direkt cevap verilmişti. İçime çok sinmişti ama dediğim gibi duyduğumuz yorumlardan etkilendik o zaman Bilfen'i eledik gittik İTÜ'yü seçtik. 

    Sonra ne mi oldu?  Okul seçimimizi yanlış yaptığımız için evde sürekli desteklememiz gerekti, evde hem anne hem öğretmen moduna geçtik, çatışmalarımız arttı. Her yıl öğretmen değişti, bu değişiklikleri yönetim bize sonraki yıl okul açılmadan 1-2 hafta önce haber verdi kısacası kayıt yeniledikten sonra öğrendik. Ada konservatuvar keman bölümünü kazandı ama okulun bunda hiç bir katkısı olmadı. Hatta konservatuvar dersiyle okul saatinin çakıştığı nadir günler için okula  konservatuvarın resmi bir kurum olduğunu kanıtlamam gerekti. Okulda enstrüman seçecekleri yıl, Ada keman çaldığı halde Ada'yı hiç bir enstrümana seçmeyip koroya seçtiler mesela. Her yıl öğretmen değiştirdik. Sınıfta panoya asılması gereken çalışmaları çok defa okul dolabında buldum. Ada öğretmene vermemiş, öğretmen bunu hiç fark etmemiş, kontrol etmemiş.  Okulda kitap fuarı açıldığında ders saatinde ziyaret ettiler 8 yaşındaki çocuk, üstünde 14 yaş üstü yazan "Sarmaşığın Gazabı" kitabı ile eve geldi mesela yine hiç kontrol edilmemiş. Online eğitime geçince bir süre EBA'dan devam edildi sonra yarım günden bozma bir program yapıldı ders sayısı neredeyse yarıya indi.

 Öğretmene sınavda hangi soruyu yanlış yapmış dediğimde, sınav kağıdını göremezsiniz demeler,  Her yıl içeriği hiç değişmeyen eziyet gösteriler, çocuk repliğini unutacak diye stres olmamız. Hatta bu gösterilerin birinde, okulun en ön sırayı protokole ayırdığından habersiz bir dedenin, torununu izlemek için  en ön sıraya oturması ve aynı anda kıyamet kopması. Adamcağız oturmakta direnince, okul müdürümüzün adamcağızın önüne plastik sandalye dizdirmesi falan. Maalesef "keşke" dediğim bir okul İTÜ "keşke seçmeseydik"

Bilfen Ada'ya uygun olmaz diye çok korktum. Olmazsa alırız diye düşünerek kayıt yaptırdım diyebilirim. Bize iyi geldi Bilfen, düzenli, oturmuş, planlı, ne zaman ne yapacağını bilen bir okul. Ders çalıştırmıyorum, okuldan eksiksiz geliyor, sınavlar kazanımları ölçüyor konu konu geri bildirimleri görebiliyoruz. Evde öğretmenlik yapmaya gerek kalmıyor. Evet ağır bir okul, evet rekabetçi, sürekli sınav oluyorlar, hazır olmaları, çalışmaları gerekiyor, kesinlikle yoruluyor. Tekrar yapmanın önemini anladı, çalışmak için motive oldu. Okulda keman çalıyor, hatta tenefüslerde, özel günlerde  çalmasını istiyorlar çok hoşuna gidiyor. Hangi alanda iyiyse o alanda destekleniyor. O mutlu biz mutluyuz. Umarım böyle devam eder.