Ne kadar olmuş yazmayalı, günümüzün giderek görsel odaklı olan dünyasında insanın kendini, harfleri yan yana koyarak resmetmesi çok zor. Hele ki dudakların bizi ekrandan öpecekmiş gibi uzanıp büzüldüğü, çeşitli filtrelerle kusursuzlaşan onca fotoğrafın arasından, uzun bir yazının okunma ihtimali nedir ki? Aslında 0'a yakın. Son zamanlarda sıklıkla kendimi Gülten Akın 'ın o ünlü mısrasında buluyorum "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya, kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar". Hayatta karşınıza çıkan insanların bir kısmı sizin söylemeyi, yapmayı kabalık olarak gördüğünüz şeyleri yapmayı hayat motto'su olarak kabul etmiş oluyor maalesef. Trafikte önünüzden 5 araba geçtiği halde hala size yol verilmesini bekliyorsanız, metrodan yada bir restorandan siz çıkarken, içeri girmek için sizi iten insanlara gıcık oluyorsanız, samimiyetinizin sadece bir selamdan ibaret olduğu insanlar yan yana durduğunuzda sordukları sorularla aile bütçesini hesaplamayı kendilerine iş edindiğinde sıkılgan bir gülümseme ile karşılık veriyorsanız kulübe hoşgeldiniz. Siz çocuğunuza başkalarının hakkına saygı duymayı öğretirken, başkaları oyunda hile yapmayı anlatacaktır, siz çocuğunuza, emek veren insanlara teşekkür etmeyi öğretirken diğerleri üstünlük kurmayı anlatacaktır. Aynı Gülten Akın'ın mısralarında anlattığı gibi sen iğneyle işlerken bir şeyleri onlar kalın fırçalarıyla boyayacaklar daha hızlı, daha görülebilir, daha çok olacaklar. Olsun yine de bir gün incelik kazanacak..
Annece
Çocuklu hayattan yazılar...
Followers
Wednesday, February 16, 2022
Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...
Ne kadar olmuş yazmayalı, günümüzün giderek görsel odaklı olan dünyasında insanın kendini, harfleri yan yana koyarak resmetmesi çok zor. Hele ki dudakların bizi ekrandan öpecekmiş gibi uzanıp büzüldüğü, çeşitli filtrelerle kusursuzlaşan onca fotoğrafın arasından, uzun bir yazının okunma ihtimali nedir ki? Aslında 0'a yakın. Son zamanlarda sıklıkla kendimi Gülten Akın 'ın o ünlü mısrasında buluyorum "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya, kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar". Hayatta karşınıza çıkan insanların bir kısmı sizin söylemeyi, yapmayı kabalık olarak gördüğünüz şeyleri yapmayı hayat motto'su olarak kabul etmiş oluyor maalesef. Trafikte önünüzden 5 araba geçtiği halde hala size yol verilmesini bekliyorsanız, metrodan yada bir restorandan siz çıkarken, içeri girmek için sizi iten insanlara gıcık oluyorsanız, samimiyetinizin sadece bir selamdan ibaret olduğu insanlar yan yana durduğunuzda sordukları sorularla aile bütçesini hesaplamayı kendilerine iş edindiğinde sıkılgan bir gülümseme ile karşılık veriyorsanız kulübe hoşgeldiniz. Siz çocuğunuza başkalarının hakkına saygı duymayı öğretirken, başkaları oyunda hile yapmayı anlatacaktır, siz çocuğunuza, emek veren insanlara teşekkür etmeyi öğretirken diğerleri üstünlük kurmayı anlatacaktır. Aynı Gülten Akın'ın mısralarında anlattığı gibi sen iğneyle işlerken bir şeyleri onlar kalın fırçalarıyla boyayacaklar daha hızlı, daha görülebilir, daha çok olacaklar. Olsun yine de bir gün incelik kazanacak..
Friday, February 11, 2022
Anneannem
Çocukluk, yetişkinlerin sığınağıdır denir hep. Tabii bu sığınağa güzel bir çocukluk geçirmişseniz dönmek istersiniz. Bazı insanların çocukluğu uzun sürer. Düşünüyorum da sanki benim de öyle. Çocuklar yaşını büyütmek ister ya küçükken, ben de isterdim. "Kaç yaşındasın?" diye soranlara buçuğunu bile hesaba katıp söylerdim "sekizbuçuk" derdim mesela. Yaşımı büyütmek istesem de ruhum uzun süre çocuk kaldı. Anneannemin gıdısına burnumu yapıştırarak koklayarak öpmeyi çok severdim, yaşlılıktan incecikti teni, "ay yapma" diye kızardı güya, sonra gülerdi. Okuldan sonra onu ziyarete gittiğimde tereyağlı reçelli ekmek yapardı, tadı enfes bir şeydi. Televizyonun karşısına geçip afiyetle yerdim. Anneannem uzandığım alçak koltuğa otururdu sohbet edelim diye, kalkarken de tek hamlede kalkamazdı ben de kalçasından ittirirdim bir an evvel kalksın diye "Dur, ben genç kız mıyım? hemen kalkamam koltuk alçak" diye söylenirdi. Dedem işten eve gelmeden önce kasetçalara Tango kasetleri koyup dans ederdik birlikte, bazen de ince sesiyle eşlik ederdi şarkılara. Özellikle "Mazi Kalbimde Bir Yaradır" şarkısını çok severdi. Huyu teni gibi yumuşacıktı anneannemin, ruhu ise hep telaşlı ve temkinli. Yağmur yağsa sel basacak, rüzgar esse tufan olacak gibi korkardı. Sarı renkli alüminyum kutuda sakladığı ve her daim yanında taşıdığı kremi gibi kokardı. Yasemin gibi bir kokuydu sanki, tüm beyaz çiçekleri çağrıştırırdı. O koku odasında duran konsolun ilk çekmecesinde uzun süre saklı kaldı, anneannemi kaybettikten sonra bile uzun süre burnuma çalındı o koku. Saçları çok seyrekti, hiç o kadar seyrek saçlı kadın görmemiştim ama yine de saçlarını itinayla tarar, bir kaç bigudi veya firkete sarıp öyle yatardı. Anneannemi bigudili görmek çok komik gelirdi bana küçükken. Bazen benim kakülüme de bir bigudi sarardı, sabah saçımı kabarmış görünce çok şaşırırdım. Tırnaklarına beyaz yada uçuk pembe sedef renginde oje sürerdi. Sabah yataktan kalkarken ayaklarıyla havada bisiklet çevirirdi. "Kültür, fizik yapıyorum sen karışma" derdi. Gülmekten katılırdım. Sabah kalkar kalkmaz üstünde hiç pijama yada gecelikle kalmaz. Giyinir, o meşhur bigudilerini açar, saçlarını tarar kahvaltıya öyle otururdu.
Biz Marmaris'teyken doğum günüme illa ki anneannem de gelsin isterdim, bazen İstanbul'dan tam doğum günümde gelemezdi, yetişemezdi. Doğum günüm olmasa da mutlaka anneannem geldiği zaman da pasta alın diye tutturur, onunla da doğum günümü kutlamak isterdim. Hatta onun olduğu doğum günümü esas doğum günüm sayardım. Bu vesile ile de yılda iki tane doğum günüm olurdu. Döndüğünde telefonda konuşurduk. Hep sorardım "Bir daha ne zaman geleceksin diye, kaç gün kaldı gelmene?" " Kaç gün kaldı?" Ertesi gün arardık "Kaç gün kaldı gelmene?" bıkmadan sorardım. Çocuktum.
Bir keresinde sömestr tatilinde beni Fenerbahçe'deki (şimdi yerinde yeller esen) Piramit'e götürmüştü. Üst katında oyun oynayarak bilet toplanan, bin türlü elektronik oyuncağın olduğu "Funcity" tarzında bir oyun merkezi vardı. Bir makina seçtik, oyunda timsahlar yuvalarından çıkıyor ben de elimdeki tokmakla timsahlara vuruyorum. Timsahlar hızlandı bir, iki ,üç derken hepsi girip çıkmaya başladı artık ben elimdeki tokmakla yetişemiyordum. Baktım anneannem o meşhur yumruğuyla yetişti imdadıma, yumruğunu plastik timsahların üstüne düşman askeriymişçesine ardı ardına indirdi. Tabii iki kafadar voleyi vurup, epey bir bilet topladık. O canhıraş savunmayla, topladığımız biletlere karşı oyun merkezinden bir tane balon verdiler. İkimiz de balonu alıp hüsrana uğramış bir şekilde tıpış tıpış eve döndük. Ertesi gün anneannemin elinin yanının mosmor olduğunu gördüm. "Anneanne elin mosmor olmuş" deyince. "Yaşlılıktandır" dedi. Bir önceki gün timsahlarla yumruk yumruğa savaştığını hatırlattığımda ise ikimiz de gülmekten yerlere yattık sonra da bu anı bizi hep güldürdü.
Anneannem canım bir şeye sıkıldığında, yanıma gelip sırtımı uzun uzun sıvazlar, "bu insana çok iyi gelir. Şimdi bir şeyin kalmaz" derdi. Bazen pişti, bazen tavla, bazen de balık oynardık anneannemle. Zarı atıp puzzle gibi ayrı ayrı parçaları olan balığı birleştirmekti oyunun amacı. Hep ilk balığı o birleştirirdi. "Hadi ben ısgaraya attım balığı" derdi. "ızgaraya" hep "ısgara" derdi ben de öyle demesini çok severdim hiç düzeltmezdim. Bir de "İstanbul'a" "Istanbul" derdi... Pür dikkat televizyondaki yarışmayı izlerken televizyon karlanınca, soğan cücüğünü çıkarırcasına yumruğunu indirirdi televizyonun tepesine. O mucizevi yumrukla görüntü eski netliğine kavuşurdu birden. Hissederdi bir de, canımın sıkıldığını hissederdi. Bir kere yazlıktan erken dönmüştüm. Tek Başıma evde kalırım demiştim , hiç de sevmem aslında yalnız kalmayı. Tam sıkıldığım sırada bir baktım ki anneannem gelmiş, ne sevinmiştim. "hadi bize gidiyoruz" dedi. Taksi çevirdik evin önünden. Daha yüz metre gittik gitmedik ki taksici sokağa saparken duran arabaya olanca hızıyla çarptı. Ben koltuktan kaydım bacağım ön koltuğun altına girdi bir baktım anneannem yok yanımda. Çok korktum, anneannem camdan fırladı sandım Halbuki nasıl fırlasın kocaman kadın. O zaman çok korkmuştum ya anneannem ölürse diye..Yıllar geçti,ben büyüdüm Üniversiteye gidecektim Ankara'ya hiç istemedi. "Uzağa çocuk gönderilir mi?" dedi. Gittim Ankara'ya. Arardım onu , o da beni arardı. Yurttan bile arardı konuşurduk. Sonra hastalandı. Son telefon konuşmamızı hatırlıyorum. Mezun olacağım seneydi. "Az kaldı" dedim. "Ne kadar?"dedi Bu defa o sormuştu çocuk gibi "Kaç gün kaldı gelmene?" "İki ay kaldı, bitti artık sonra hep İstanbul'dayım."dedim. "Ooo, çokmuş, epey varmış, göremem ben herhalde" dedi. Hiç ihtimal bile vermedim bu dediğine, geçiştirdim. İnanmadım. Hiç inanmadım. Göremedi gerçekten. İki ay çokmuş Anneanneme. Telefon konuşmamızdan sonra kısa bir tatilde yanına gittim. Hastanedeydi. Sürekli kalmadım yanında, onu öyle hatırlamak istemediğimden belki de. Sadece bir gece kaldım. "Seni çok seviyorum."dedim. "Anlıyorsan sık elimi" dedim. Sıktı. Hiç dönmek istemedim Ankara'ya. "İyileşiyor anneannen, durumu çok iyi."dediler. İnandım. Hemen inandım. Meğer kaybetmişiz, söylememişler. Çok sonra tesadüfen biri "Başın sağolsun anneanneni kaybetmişsin" diye kaçırdı ağzından. Ben yine inanmadım. Çocuk gibi " Siz yanlış biliyorsunuz hastanede ama iyileşiyor" dedim. Sonra, sonra düşündükçe anladım ki iki ay çokmuş. O çocuklaşmış, ben büyümüşüm.
Doğru Okulu Seçmek..
Uzun süredir yazmıyordum. Artık kızım 5. sınıfta. Kendimi veli olarak daha bir kıdemli hissediyorum sonuçta ortaokullu olduk. Okulların kayıt kabul ve bursluluk sınavları başladı hatta şu günlerde bitti bitiyor bile. Sosyal medyada bazı gruplarda okul öncesi ve ilkokul döneminde yaşadığımız olumsuz İTÜ deneyimimizden bahsetmiştim ve okul seçimlerinin yapıldğı bu ara bir çok kişi bana sosyal medyadan ulaşmaya çalıştı. Tabii öğrenmek istedikleri nasıl bir olumsuzluk yaşadığımızdı. Her gelen soruyu da elimden geldiğince yanıtlamaya çalıştım. Çünkü maddi manevi bir çok fedakarlıkla eğitim gören çocuklarımızın yanlış ellerde değerlendirilmesi, o kadar emek ve para döküp sonunda keşke demek çok acı... Evet ben bir veli olarak İTÜ Natuk Birkan İlkokulundan hiç memnun kalmadım ama aynı süreçte başka şubelerde çok memnun olan veliler de olabilir tabii. Özetle tek söyleyeceğim eğer bir okulu ziyaret ettiğinizde içinize sinmeyen bir şeyler hissederseniz oradan kaçarak uzaklaşın. Çünkü o içine sinmeme hissi siz okulla haşır neşir oldukça daha da artıyor. Sinek küçük ama mide bulandırır sözü okul seçiminde cuk diye yerine oturuyor. Daha önce de sıkıntıları yazmıştım artık tekrarlamayacağım ama her veliye aynı uzaklıkta olmayan bir okul olması, özel okulda yönetime yakın velilerin sınıf öğretmenini seçebiliyor olması, diğerlerinin ise iki katı ücret ödeyip İTÜ'lü velilere sunulan olanaklara ciğercinin kedisi gibi bakması, 3 yılda 3 öğretmen değiştirmemiz, yönetim kadrosunun sürekli değişmesi, göklere çıkardıkları akademik başarının sadece velilerin aşırı çabasıyla gerçekleşmesi ve geri kalan her şeyin sönük bir balon olması diyebiliriz. Ne yazık ki ilkokul öğretmenin dediğimde kızım hangisi diyor? Bağ kurduğu maalesef tek bir öğretmeni olabildi o da yönetimle anlaşamayıp istifasını verip gitti. 4. sınıfta istemeyerek de olsa okul değiştirmenin en doğrusu olduğuna karar verdik ve Bilfen'i seçtik. Hatta sırf okul için taşındık, yaka değiştirdik bildiğiniz Avrupa'dan Asya'ya göç ettik :) Sonunda memnunuz. Evet duyduğum tüm hikayelere rağmen memnunum. Neden? Aslında 1. sınıfa başlarken Ada'yı Bilfen'in değerlendirmesine sokmuştum geçti ama eşim "çok baskıcı, çok ağır bir okul" dedi. Ada'ya uygun olur mu diye çok da karar veremedik. O kadar çok şey duyduk ki arafta kaldık. Duyduklarımız gözümüzü korkuttu diyebilirim. Ama görüşmede doğru yerdeyiz hissini almıştım, sorduğum milyon tane soruya çat çat direkt cevap verilmişti. İçime çok sinmişti ama dediğim gibi duyduğumuz yorumlardan etkilendik o zaman Bilfen'i eledik gittik İTÜ'yü seçtik.
Sonra ne mi oldu? Okul seçimimizi yanlış yaptığımız için evde sürekli desteklememiz gerekti, evde hem anne hem öğretmen moduna geçtik, çatışmalarımız arttı. Her yıl öğretmen değişti, bu değişiklikleri yönetim bize sonraki yıl okul açılmadan 1-2 hafta önce haber verdi kısacası kayıt yeniledikten sonra öğrendik. Ada konservatuvar keman bölümünü kazandı ama okulun bunda hiç bir katkısı olmadı. Hatta konservatuvar dersiyle okul saatinin çakıştığı nadir günler için okula konservatuvarın resmi bir kurum olduğunu kanıtlamam gerekti. Okulda enstrüman seçecekleri yıl, Ada keman çaldığı halde Ada'yı hiç bir enstrümana seçmeyip koroya seçtiler mesela. Her yıl öğretmen değiştirdik. Sınıfta panoya asılması gereken çalışmaları çok defa okul dolabında buldum. Ada öğretmene vermemiş, öğretmen bunu hiç fark etmemiş, kontrol etmemiş. Okulda kitap fuarı açıldığında ders saatinde ziyaret ettiler 8 yaşındaki çocuk, üstünde 14 yaş üstü yazan "Sarmaşığın Gazabı" kitabı ile eve geldi mesela yine hiç kontrol edilmemiş. Online eğitime geçince bir süre EBA'dan devam edildi sonra yarım günden bozma bir program yapıldı ders sayısı neredeyse yarıya indi.
Öğretmene sınavda hangi soruyu yanlış yapmış dediğimde, sınav kağıdını göremezsiniz demeler, Her yıl içeriği hiç değişmeyen eziyet gösteriler, çocuk repliğini unutacak diye stres olmamız. Hatta bu gösterilerin birinde, okulun en ön sırayı protokole ayırdığından habersiz bir dedenin, torununu izlemek için en ön sıraya oturması ve aynı anda kıyamet kopması. Adamcağız oturmakta direnince, okul müdürümüzün adamcağızın önüne plastik sandalye dizdirmesi falan. Maalesef "keşke" dediğim bir okul İTÜ "keşke seçmeseydik"
Bilfen Ada'ya uygun olmaz diye çok korktum. Olmazsa alırız diye düşünerek kayıt yaptırdım diyebilirim. Bize iyi geldi Bilfen, düzenli, oturmuş, planlı, ne zaman ne yapacağını bilen bir okul. Ders çalıştırmıyorum, okuldan eksiksiz geliyor, sınavlar kazanımları ölçüyor konu konu geri bildirimleri görebiliyoruz. Evde öğretmenlik yapmaya gerek kalmıyor. Evet ağır bir okul, evet rekabetçi, sürekli sınav oluyorlar, hazır olmaları, çalışmaları gerekiyor, kesinlikle yoruluyor. Tekrar yapmanın önemini anladı, çalışmak için motive oldu. Okulda keman çalıyor, hatta tenefüslerde, özel günlerde çalmasını istiyorlar çok hoşuna gidiyor. Hangi alanda iyiyse o alanda destekleniyor. O mutlu biz mutluyuz. Umarım böyle devam eder.
Saturday, May 30, 2020
İlkokul Anısı Vol2
Benim öğretmenime gelecek olursak o dönemde annemin aldığı"aman çok iyi öğretmen onun sınıfına yazdırın" tavsiyeleriyle rica minnet sınıfına kaydolduğum bir öğretmendi. Bazen çok şevkatli bazen de çok sinirliydi. Sınıfımız şimdiki sınıflar gibi az mevcutlu değil tam 66 kişiydi.
Öğretmenimden çok çekindiğimi hatırlıyorum. Solak olduğum halde sıranın sol tarafına geçmek için izin almam neredeyse 1 ayımı alırdı. Hele ödevi yapmadan okula gitmek, kirli önlükle okula gelmek, kitabını defterini evde unutmak ölümdü. En kötüsü de tahtaya kalkıp bir soruyu çözememek. Bir gün bizim öğretmen biraz burnundan soluyarak girmişti sınıfa, ders matematik. Ben de matematiğe biraz mesafeliyim. 4 işlem tamam ama problemler biraz korkutucu. Kaçıncı sınıftayım hatırlamıyorum. O gün öğretmenim başlıyor problemleri beyaz tebeşirle tahtaya yazmaya. Yazarken tebeşirin çıkardığı sesten keyfi yerinde mi, sinirli mi anlıyorum. O gün de dediğim gibi sinirli biraz. Tüm tahta matematik problemleriyle doluyor. Öğretmenim parmağıyla kimi işaret ederse o tahtaya kalkıyor. Bütün sorular çözülüyor geriye bir soru kalıyor. Son soru. Tahtaya kalkma ihtimalim azaldı diye rahatlamışım. Göz göze gelmemeye çalışıyorum ki öğretmen beni tahtaya kaldırmasın. O gün de aksi gibi en ön sırada oturuyorum.
Sosyal Değil, Fiziksel Mesafedir O
Wednesday, April 1, 2020
Hayat eve sığar, peki ya sığdıramayanlar...
Her gün vaka sayımız git gide artıyor, sağlık çalışanları hastalanıyor. Tüm bunlar olurken herkes televizyona çıkıp hep aynı şeyi söylüyor “ Sanki testiniz pozitif çıkmış gibi davranın ve evde kendinizi karantina altına alın”. Cümle hiç değişmiyor, her gün artarak değişen tek şey sayılar. Kimse çıkıp artık sayı çok arttı sokağa çıkma yasağı demiyor. Demiyor çünkü sağlık mı para mı diye bir teraziye koysak hep para ağır basıyor. Ülkemiz her gün üretmek zorunda olan bir ülke diyor siyasiler. Üretim duramaz. Sokağa çıkmayın diyen sağlık bakanının gözü yaşlı daha fazla konuşmak ister gibi ama emir büyük yerden geliyor ki o da her gün aynı türküyü söylüyor. Meslektaşlarını kaybettikçe sesi çatallaşıyor ama sonra yutkunup devam ediyor bir önce ki gün söylediklerini tekrar etmeye. Tekrar etmek zorunda çünkü kimi evden çalışabilirken, bazı işverenler çalışanlarını iş yerlerine sürüklüyorlar, kimi öğretmen kadrolu maaşını alırken, diğer öğretmen sözleşmeli, kimi iş yerinde kadrolu, kimi geçiçi süreli çalışan, kimi zengin, kimi gariban. Korona adil olsa sa ülkeler adil olamıyor. Sokağa çıkma yasağı gelmiyor çünkü ekonomi duramaz. İşverenleri darıltmak olmaz, işçiden yana çalışma politikası izlesen olmaz. Ekonomi üretmeye devam edecek, işçi işine gidecek. Sanki 50 metre kare evde 7-8 kişi yaşamıyormuş gibi, sanki onun hiç bulaştırma yada hastalanma riski yokmuş gibi, sanki o hiç Korona’dan korkmuyormuş gibi. Ne diyelim Korona kadar adil olamadık.
Thursday, March 2, 2017
Zerrin Özer Söylüyor
Çağın Anne Babalarının Hastalığı Kaygı
Şimdi bakıyorum da, Ada'ya anaokulu ararken yaşadığımız stresin on da birini, annem benim tüm eğitim hayatım boyunca yaşamamıştır. Yok sosyal aktivitesi var mı? Eğitim anlayışı nasıl? Yarış atı mı? Haftada kaç saat İngilizce dersi var? Gezileri nerelere düzenliyorlar? TEOG başarısı nasıl? vıdı vıdı bir sürü soru.
Ben böyle dediğimde annem hemen sitem eder. "Tabii, hiç bakmadık biz sana. Bizim zamanımızda da şöyleydi, böyleydi." der durur. Ama o ne kadar kabul etmese de farklıydı o zaman. Bu kadar seçenek yoktu, ilkokulda İngilizce öğreten okul hiç duymadım, yada varsa herhalde bir elin parmağını geçmezdi. Genelde herkes evinin en yakınındaki devlet okuluna gönderirdi çocuğunu, sınavların isimleri bile daha basitti "Anadolu Lisesi Sınavı" "Kolej Sınavı" şimdiki gibi "TEOG" "SBS" "YGS" gibi her yıl isim değiştiren uzaysal isimli sınavlar değildi. Hafta sonu atölyesi, yüzme dersi, paten dersi gibi düzenli çalışmalara katıldığımı da hatırlamıyorum.
Bizim kuşak anne babalar sürekli kendini yenileme ihtiyacı hissediyor, mesela annemlerin kitaplığında hiç "çocuk psikolojisi", "çocuk nasıl yetiştirilir?", "mahallenin en mutlu çocuğu" tarzında kitaplar görmedim. Onlar mı çok iyi çocuk yetiştiriyordu, yoksa biz mi acemiyiz bilemiyorum böyle düşününce. Kitaplığının 5 rafını çocuk yetiştirirken ihtiyacım olabileceğini düşündüğüm kitaplara ayıran ben mi haklıyım? Yoksa bu konuda sadece kendi içgüdülerini rehber edinen anne babam mı haklı?
Biz galiba okuldaki didişmelerin, kanayan dizlerin, kalabalık sınıfta kaynayan sesimizin, bizde olan ama hiç keşfedilemeyen yeteneğimizin acısını çıkartmak yada çocuğumuz bizim tekrarımız olmasın istiyoruz. Tabii bu düzen de bizim endişemizden besleniyor ve tercihler arasında boğuluyoruz sonra endişeli çocuklar yaratıyoruz ama bu da bizim çağın anne babalarının hastalığı.
Okul Seçimi Vol. 1 İlkokul
Şimdilik bu kadar bizde hala karar verememiş durumdayız. Tavsiye ettiğiniz okulları paylaşırsanız sevinirim.
Saturday, November 19, 2016
Ne Kodun Len Kafama?
Thursday, July 7, 2016
Anne Tavsiyesi mi? Reklam mı?
Bir de bu bloggerların çeşitli markalardan reklam alanları var, bence profesyonel olarak yapılamayacak bir şey değil, neden olmasın ama bunu "ben bu ürünü kullandım çok güzel aman daha iyisi yok aramayın." şeklinde olanlarına kızıyorum, çünkü bunun reklam mı yoksa gerçekten samimi bir anne tavsiyesi mi olduğunun ayırdına varamayacak çok insan var, ayrıca bu yapılan reklamlardan sonra gerçekten samimiyetle bir şeyler paylaşanlar da yanlış algılanıyor ve paylaşmanın çok da bir anlamı kalmıyor.
Mesela ben atölye açtığımda, İstanbul'da bir ilçenin anneleriyle sürekli buluşmalar ayarlayan, sosyal medyada, kataloglardan fırlamış gibi düzenlediği evinde (bizim ev çocukla asla, bir gün bile öyle olamıyor), çocuğuna dize kadar çizmeler giydirerek ve çeşitli aksesuarlar takarak fotoğrafını paylaşan ve hatırı sayılır takipçi sayısı olan bir anne geldi. Geldiğinde blogger olduğunu bilmiyordum. Gelince çocukla ilgilenmekten çok fotoğraf çekti, sonra bir baktım benim atölyeyi etiketlemiş instagram'da , sonra o fotoğrafın altına yorum yapan insanlar tek tek atölyeyi aradı, biz de kayıt yaptırmak istiyoruz dediler, ama illa o bloggerın olduğu saate gelmek istediklerini belirttiler. Yok dolu dedim olmadı, sonra kayıt yaptırdığı halde o blogger da katılmadı ama paylaştığı fotoğrafın altında biz her pazartesi saat 10:00'da miniones'dayız yazmıştı. Sosyal Medya'da o etkinlikten bu etkinliğe koşan blogger'ların çoğu hatırı sayılır ücretlere, markanın reklamını yapıyorlar yada çoğu fotoğraflarda sunduğu şeyi yapmıyor oluyor.
Bir başka konu da, günümüz koşullarında ne popülerse doğru yanlış bakılmadan kadın günün de paylaşılıyormuşçasına sosyal medyada paylaşıp takipçilerden yorum almak, tribünlere oynamak. Mesela bir blogger Adem Güneş'in Güvenli Bağlanma kitabını okumuş, çocuk üç yaşına gelene kadar annesiyle zaman geçirmesinin önerilmesine içerlemiş bunu takipçileriyle paylaşmıştı. Evet her şey her zaman siyah, beyaz olmamalı, mutlaka çocuğuna bakmak için çalışmak zorunda olan, yada çalışmayan bir anne olmanın yıpratıcı olduğunu düşünerek, yada çalışmayı daha çok sevdiğinden psikolojik olarak sağlıklı kalabilmek için çalışmayı tercih eden anneler vardır ama bence bu bizi neyin doğru olduğu konusunda, anne olarak bir psikolog'dan daha bilgili yapmaz. Her iki hali (çalışan anne ve çalışmayan anne) de deneyimleyen bir anne olarak söyleyebilirim ki çocuğunuzla geçirdiğiniz her artı zaman, çocuğa bir o kadar katkı sağlıyor ve ilişkiyi güçlendiriyor.
Wednesday, July 6, 2016
Bugün Bayram, Bayram gibi olun!
1) "Dünya değişsede siz değişmeyin"
Mesela çocuğunuzun topu bahçeye kaçınca, güvenliği arayıp topu komşunuzun bahçesinden istetecek kadar "cool" ( cool dedim hadi iyisin, ama anladın sen !!! :)) olmayın. Bırakın çocuğunuz sosyalleşsin, siz de rahatlayın, kasılmayın.
2) "Hayat dolu olun"
Bırakın çocuk sesinden rahatsız olmayı, ses duyunca cık cıklamayı. Kulaklarınız ne kadar iyi duyuyor diye sevinin. Bahçelerden çocuk sesleri duyulurken, sizin bahçeden duyulan tek sesin bahçeyi ilaçlarken kullandığınız "fıs fısın" sesi olması ne kadar hayat dolu bir aile olduğunuzu gösteriyor zaten biz biliyoruz.
3) "Hayvan sever olun"
Yan komşunuzun köpeğinin havlamasından rahatsız olup, gece gece "Biz de hayvan severiz ama köpeğiniz sesi rahatsız edici" konulu mail atmak yerine gerçekten hayvansever olun !!!
Gidin köpeğin başını bir okşayın. Hem zaten siz ne kadar hayvan sever olduğunuzu iddia etseniz de, komşularınızın bahçesinde kanlı canlı kaplumbağalar varken, sizin bahçede kaplumbağanın ancak heykelinin olması, 2,5 yıldır sitece ortak bakılan kediye bir kap su dahi vermemiş olmanız, kızınızın sanırız okulda artık materyallerden dönem projesi olarak yaptığı kedi evini estetik değil diye komşunuzun bahçesine itelemenizden hayvan severliğinizi anladık.
4) "Göz hakkının, hakkını verin!
Komşunuzun bahçesinde yetişen çileklerden doyasıya yiyin, hatta alabilir miyim diye sormayın da gerçekten :) Ama çocuğunuza "evladım koparma bak evdeler, arabaları kapının önünde duruyor görmüyor musun" demeyin. Bu çocuğu gizliden iş yapmaya, sinsiliğe sevk eder sonra sizin başınız yanar benden söylemesi.
5) "Bayramda gelen çocuklara kapılarınızı açın"
Gerek komşu, gerek akraba, eş dost gelen çocuklara bahçenizin kapılarını açın. Açın ki genelkurmay başkanı teftişe gelecekmiş gibi askeri düzende duran bahçenizle özellikle erkek çocuklara askeri bölge havasını erkenden yaşatın. Bahçenizde voleybol oynamak suretiyle domates fidelerinizi kıran çocukları "harçlığınızdan keserim" diye tehdit etmeyin.
6) "Değneğiniz bir kenara bırakın"
Artık barış ilan edin, ellerinizi başınızın üstüne koyun ve silahınızı yavaşça ileri itin. Üst katınızdan duyduğunuz her sese kulak kesilip, değneğinizle üst kattaki komşularınızı dürtüklemeyin, kaloriferlere vurmayın demiyorum bile.
7)"Gözetleme deliğini sadece kapınız çaldığında kullanın"
Komşularınıza kapınızın önünde sihirli bir düğme varmış gibi hissettirmekten vazgeçin. Her tıkırtıda gözetleme deliğine koşup kapıyı açmayın, "ben de çöpü çıkarıyordum" bahanesiyle kapıyı açıp, gelen geçeni sorguya tutup 1 saat kitlemeyin.
Unutmadan aman bu bozulmadı diye gelen geçene tarihi geçmiş şeker, çikolata vermeyin.
Şeker gibi bayramlar dileğiyle,
Öpüldünüz
Monday, July 4, 2016
Düzelir miyiz? Hiç Sanmam 😔
Thursday, December 17, 2015
Okula Gitmek İstemiyorum!!
olmalı hala eğitim sistemimiz?
Çocuğumla benim aramda yirmi altı yaş var ama yirmi altı yıldır bu eğitim sistemindeki yara hala kanıyor. Hala ezberletmeye çalışıyorlar, hala şiir ezberletiyorlar, hala milli bayramlarda kaç şarkı söyledi öğrenciler diye böbürleniyor okul müdürleri, üzülüyorum belki o müzik öğretmeni bizim yıllardır bildiğimiz şarkılardan başka şarkılar öğretmek istiyor çocuklara, yada belki o hafta çok farklı bir çalışma yapacak çocuklarla, ama yok önce müfredat dikiliyor karşısına, sonra okul müdürünün gölgesi elini kolunu bağlıyor. Hala drama öğretmenlerine yıl sonu gösterisi hazırlatan okullar var. Çocuğun o küçük yaşında duyacağı kaygıyı hiç kimse önemsemiyor. Her şeyi geçtim, kimse çocuklar öğrendi mi diye sorgulamıyor. Ezberle geç slogan bu yıllardır. İçsel motivasyon diye bir şey var ama bizim ülkemizde bu asla gerçekleşmiyor, çocuklar notla, sözlüyle, başarı puanı ve ortalamayla tehdit ediliyorlar. Araştırmak için gereken ilhamı vermeyi, gerisini ise çocuklara bırakmayı düşünen yok.
Biz ilkokulda dekametre, hektometre, kilometre diye giden uzunluk birimleri öğrenmiştik hani onları nerede kullandık diye düşündüm geçenlerde, cevap olarak "evet ben kullandım" diyen varsa sevindim onlar adına, ben hiç kullanmadım. Bu sadece aklıma gelen minik bir örnek bizim çocuk zamanımız, çocuk neşemiz, çocuk oyunlarıyla geçecek zamanımız neye harcanmış diye düşündüm de aklıma geldi. Daha neler geldi aklıma ama dur dedim kendime, kendime dur dedim. Bu yazıyı da Volkan Konak gibi bitirdim :)
Sevgiler
Monday, October 12, 2015
İyi Uykular Ülkem
Ne Komünistiz ne sosyalist, çünkü kafamızda tilkiler var bizim, aynı safta bir olmaya, karşıyız. Köylü kurnazıyız biz kafamızda sürekli nasıl kaytarırım düşüncesi, bize, birbirimizi kırdıracak sistemin adamı lazım.
Ama milletçe masalları seviyoruz, kim kulağımıza bir masal fısıldasa mışıl mışıl uyuyoruz. Mesela uzun boylu adam şöyle bir masal anlattı geçenlerde “Bir varmış bir yokmuş, Suruç diye bir yer varmış, birisi burayı kana bulamış, ama bu kişi yakalanmış, hatta adaletin şevkatli ellerine teslim edilmiş. Ülkemiz istikrarını koruyan yükselen bir ülke imajını sürdürmekteymiş. Ülkemizin yükselen itibarı bazıları için bir tehdit unsuru niteğinde olabilirmiş.” Ninni de ninni, ninni. Uyandık, gözümüzü açtık, bir anda sıçradık uykumuzun en güzel yerinde bakındık etrafa tam 97 ölü, etraf olmuş kan gölü. Üzüldük, yastayız dedik üst üste binen olaylarla biriken öfkemizi boşalttık içimizdeki balon söndü . Uykuya dalmaya hazırız artık, kısa boylu adam yine bir ninni mırıldanıyor; “Ülkemiz Suriye gibi olmayacak, bazen bu gibi rutin dışına çıkan eylemler olabiliyor.” Rutin dışına çıkan eylem nedir? Senin devlet olup koruyamadığın insanların eylemimi, insanların üstüne saldığın intihar eylemcilerimi rutin dışı? Söyle hangisi. Biliyorum herkes bağırıp çağıracak, gösteriler düzenleyip yarayı canlı tutmaya çalışacak ama üç gün sonra, canımızı yakan herşey gibi bu da unutulacak.