Followers

Thursday, December 17, 2015

Okula Gitmek İstemiyorum!!

"Okula gitmek istemiyorum anne". Son zamanlarda, sabah kalkar kalkmaz "Günaydın" kelimesinden önce duyduğum ilk kelime bu maalesef. Hatta bu kelimeyi "midem bulanıyor anne" ,"çok yorgunum anne" gibi kelimeler takip ediyor. Sabah okula gitmek gerçekten çok zor bir hal aldı. Okula giderken yol boyunca ağlıyor. Ağladı diye hemen gardımı indirmemiştim ama kusma dışında başka belirtilerimiz de olmaya başlayınca, bir pedagogla görüştük ilk görüşmenin sonunda hangi okula gittiğini sordu, tamam, demek ona göre değil alın o okuldan, zaten çok tempolu bir okul dedi, bizim 
okulun dışında bir iki okul ismi daha söyledi bunlarda sizin okul gibi tempolu okullar dedi. Okul diyorsam lise falan değil bildiğin "anaokulu" bu dediğin.

Aman çocuğum 10 yaşına geldiğinde beş dil bilsin, sular seller gibi İngilizce konuşsun, ilkokula başlamadan okuma yazma öğrensin, 70'e kadar saysın, onu da yapsın bunu da yapsın gibi kaygılarım olmadı hiç ama şimdi okullara bakıyorum da, bildiğin yarış atı yetiştiriyorlar. Öğretmenle, rehber öğretmenle konuştum. Ada'nın yapamam korkusu geliştirdiğini, arkadaşları daha iyi şeyler yapınca üzüldüğünü ve bu yüzden okula gitmek istemediğini söylediler. Kırmızı hamurla, mavi hamuru karıştırırken zorlanmış mor yapamamış. Eve gelip ağladı bunun için, hamurları karıştıramadım diye. Üzüldüm ama karıştıramadı diye değil, okulun bunu sorun etmesine. Tamam yapamasın önemli değil, seneye yapar olmadı 5 yıl sonra yapar ama çocuğuma yetersizlik duygusunu hissettirdin bir kere şimdi onu nasıl çözeceğiz diyecek oldum hatta konuşurken dayanamadım dedim. Anaokulunda git haritada İstanbul'un yerini bul, iki rengi karıştır, üçgen çiz, dikdörtgen çiz haa çizemedin,otur mu
olmalı hala eğitim sistemimiz?
Çocuğumla benim aramda yirmi altı yaş var ama yirmi altı yıldır bu eğitim sistemindeki yara hala kanıyor. Hala ezberletmeye çalışıyorlar, hala şiir ezberletiyorlar, hala milli bayramlarda kaç şarkı söyledi öğrenciler diye böbürleniyor okul müdürleri, üzülüyorum belki o müzik öğretmeni bizim yıllardır bildiğimiz şarkılardan başka şarkılar öğretmek istiyor çocuklara, yada belki o hafta çok farklı bir çalışma yapacak çocuklarla, ama yok önce müfredat dikiliyor karşısına, sonra okul müdürünün gölgesi elini kolunu bağlıyor. Hala drama öğretmenlerine yıl sonu gösterisi hazırlatan okullar var. Çocuğun o küçük yaşında duyacağı kaygıyı hiç kimse önemsemiyor. Her şeyi geçtim, kimse çocuklar öğrendi mi diye sorgulamıyor. Ezberle geç slogan bu yıllardır. İçsel motivasyon diye bir şey var ama bizim ülkemizde bu asla gerçekleşmiyor, çocuklar notla, sözlüyle, başarı puanı ve ortalamayla tehdit ediliyorlar. Araştırmak için gereken ilhamı vermeyi, gerisini ise çocuklara bırakmayı düşünen yok.
Biz ilkokulda dekametre, hektometre, kilometre diye giden uzunluk birimleri öğrenmiştik hani onları nerede kullandık diye düşündüm geçenlerde, cevap olarak "evet ben kullandım" diyen varsa sevindim onlar adına, ben hiç kullanmadım. Bu sadece aklıma gelen minik bir örnek bizim çocuk zamanımız, çocuk neşemiz, çocuk oyunlarıyla geçecek zamanımız neye harcanmış diye düşündüm de aklıma geldi. Daha neler geldi aklıma ama dur dedim kendime,  kendime dur dedim. Bu yazıyı da Volkan Konak gibi bitirdim  :)

Sevgiler

Monday, October 12, 2015

İyi Uykular Ülkem

Aslında uzun süredir bir şeyler yazmıyorum. Ama bazen kelimeler, söyleyeceklerim kafamda uçuşmaya başlıyor ve durduramıyorum. Bugün de o günlerden biri. Kelimelerin kağıda dökülmek istediği günlerden biri bugün.

 Gazete manşetlerinde her olay sonrası görmeye alıştığımız kelimeler  “lanetliyoruz” , “kınıyoruz” ”kahrolsun”. Bu sözcükler daha önce hiç söylenmemiş gibi aynı hırs ve öfkeyle dudaklarımızda. Yine barış çağrıları, yine kaos ortamı, yine terör, yine gözyaşları. 12-13 Ekim’de hayatı durduruyoruz, yok sayamayız, bunlar oldu ve biz bu kafada oldukça da devam edecek. Devam edecek çünkü iki yüzlüyüz biz. Çalıp çırpsa da üste çıkacak, bağırıp çağıracak, biz madende kaybettiğimiz yakınımızı ararken iki tekme atacak, markette sıkıştırıp tokatlayacak, onu kaale bile almayan ülkelerin başkanlarına uluslararası platformlarda atarlanacak başkan istiyoruz biz. Biz gücü elinde tutan kişi adil olsun istemiyoruz ki, bizi ezsin istiyoruz, bize tepeden baksın istiyoruz. Biz gücün karşısında ezik olmak istiyoruz. Biz kültürlü, donanımlı bir başkan değil, mahalle kabadayısı, ucuz filmlerden fırlamış, ağzı bozuk  üçüncü sınıf delikanlı istiyoruz. Biz ayrıştırılmak, kategorize edilmek istiyoruz. Bizi yöneten başkan kırmızı ışıkta durmasın, hız ihlali yapsın, hatta oğlu bir vatandaşa çarpsın hiç ceza almasın istiyoruz. Düşünüyorumda meclise bisikletle gidip gelen bir başbakanımız olsa hiç saygı görmez, yadırganır hatta, hele bir de kırmızı ışıkta duruyorsa vay haline. Hakkımızın yenmesine, sömürülmeye ne kadar alışığız. İnsanlar elli metrekare ev için dünya paralar döküp içine dört kişi sığmaya çalışırken bizim başkanımızın binyüz odalı ak sarayda oturmasını, diğer devletler gözünde itibarımız diyerek  hak görüyoruz. Biz barış istemiyoruz ki, biz ezilmekten hoşlanıyoruz. Kömür parasına oyumuzu satıyoruz, boynumuza tasmamızı geçiriyorlar kirli elleriyle, seçim meydanlarına sürüklüyorlar, bizi elli liraya satın alıyorlar,  izin veriyoruz. İndirime girmiş nevresim takımı gördüğümüzdeki hazzı, bir kitabın indirime girdiğini görünce duymuyoruz. Çocuğumuzun eğitimine para harcamaktansa, arabamızı değiştirmeyi yeğliyoruz. Memleketimde hem özel okul var, hem devlet okulu, hem imam hatip, hem temel lise, hem anadolu lisesi nedir bu işin gerisi bile demiyoruz. Doların yeşilini, doğanın yeşilinden daha çok seviyoruz. Malcı milletiz biz, maddiyatçıyız, unutkanız,  bir de hamurumuz bozuk.

Ne Komünistiz ne sosyalist, çünkü kafamızda tilkiler var bizim, aynı safta bir olmaya, karşıyız. Köylü kurnazıyız biz kafamızda sürekli nasıl kaytarırım düşüncesi, bize, birbirimizi kırdıracak sistemin adamı lazım.

Ama milletçe masalları seviyoruz, kim kulağımıza bir masal fısıldasa mışıl mışıl uyuyoruz. Mesela uzun boylu adam şöyle bir masal anlattı geçenlerde “Bir varmış bir yokmuş, Suruç diye bir yer varmış, birisi burayı kana bulamış, ama bu kişi yakalanmış,  hatta adaletin şevkatli ellerine teslim edilmiş. Ülkemiz istikrarını koruyan yükselen bir ülke imajını sürdürmekteymiş. Ülkemizin yükselen itibarı bazıları için bir tehdit unsuru niteğinde olabilirmiş.” Ninni de ninni, ninni. Uyandık, gözümüzü açtık, bir anda sıçradık uykumuzun en güzel yerinde bakındık etrafa tam 97 ölü, etraf olmuş kan gölü. Üzüldük, yastayız dedik üst üste binen olaylarla biriken öfkemizi boşalttık içimizdeki balon söndü . Uykuya dalmaya hazırız artık, kısa boylu adam yine bir ninni mırıldanıyor; “Ülkemiz Suriye gibi olmayacak, bazen bu gibi rutin dışına çıkan eylemler olabiliyor.” Rutin dışına çıkan eylem nedir? Senin devlet olup koruyamadığın insanların eylemimi, insanların üstüne saldığın intihar eylemcilerimi rutin dışı? Söyle hangisi. Biliyorum herkes bağırıp çağıracak, gösteriler düzenleyip yarayı canlı tutmaya çalışacak ama üç gün sonra, canımızı yakan herşey gibi bu da unutulacak.
Aziz Nesin’in de dediği gibi Bir gün bu ülkenin başucuna bir not yanağına da bir öpücük kondurup gideceğim. çok tatlı uyuyordun uyandırmaya kıyamadım diyeceğim...

 Sevgiler,


Melis

Sunday, July 19, 2015

Yanlış Tedaviler ve Adalet Kısaca Malpraktis

 Amerikan Filmlerinde izlediğimiz, sanıkların can kulağıyla dinlendiği. Hakimlerin, savcıların adaleti sağlamak için yarıştığı mahkemelerden çok uzağız. Vatandaş olarak şikayetimizin cevaplanması, adaletin işlemesi yıllar sürebiliyor bizde filmlerde izlediğimiz adalete televizyon ekranlarından aşina olmakla yetiniyoruz.
     Geçen yıl bu zamanlar benim için çok kötü geçmişti. Ölümden dönmenin ne demek olduğunu en gerçek haliyle yaşadım çünkü. Uzun uzadıya yazmak istiyorum. Bu herkesin başına gelebilecek kadar basit ama geri dönülmez sona götüren süreci belki birileri daha çok dikkat eder diye paylaşmak istiyorum. Her şey 2014 Mayısında basit bir "idrar yolu enfeksiyonu" geçirmemle başladı. Bunu hiç bir doktor önemsemedi. İdrar tahlili yapıldı ve bir kutu antibiyotik kullanmam önerildikten sonra tıpış tıpış eve yolladılar. Ondan sonraki 3-4 hafta hiç şikayetim olmadı. Benim de konuyla ilgili kafam oldukça rahattı. Haziran ayının ortalarına doğru böbreklerim sızlamaya başladı, yine idrar yaparken yanma hissediyordum, işe sürünerek gidiyordum çünkü çok halsizdim, her gün ateşim 37,5 civarındaydı. Bu işin dahiliye doktoruna giderek çözülemeyeceğini düşündüm ve nefroloji bölümünden bir doktora gitmeye karar verdim. O zaman ne hikmetse bana tavsiye edilen doktorlar ya seyahatte yada yurt dışında kongredeydiler. İnternetten araya taraya başka bir isme ulaştım. Muayene etmeye başlamadan önce klasik soruları sordu. Sonra  şikayetlerimi dinledi. Böbreklerimde ağrı olduğunu söyledim hatta sol böbreğimde taş olduğunu belirttim o da elini paralel bir şekilde böbreklerime vurarak muayene etti ciddi bir şey yok dedi. Daha önce yaptırdığım tahlile baktı enfeksiyon hastalıkları uzmanını aradı, hatta enfeksiyon hastalıkları uzmanı, doktoruma okuduğu  değerin çok yüksek olduğunu acilden gelip gelmediğimi sordu benim doktorum servisten geldiğimi söyledi. Son yaptırdığım tahlilde,  vücudumdaki enfeksiyona neden olan mikrobun hastane ortamında serum şeklinde verilebilecek antibiyotikler dışında diğer bütün antibiyotiklere direnci olduğu görünüyordu. Bunun üzerine doktorum bana şöyle dedi " bütün antibiyotiklere direnciniz var eğer bu hastane ortamında verilen antibiyotiği de kullanırsak ölüm kalım meselesi gibi ani bir durumda elimizde kullanacağımız bir silahımız kalmaz. Eninde sonunda geçirdiğiniz bir idrar yolu enfeksiyonu, biraz dikkat ederek atlatırsınız dedi". O sırada mikrobun dirençli olduğu antibiyotikler listesinde olan ilacımı devam ettirmemi söyledi ve antibiyotik kullanırken idrar tahlilini tekrarlamamı istedi. Dediği gibi yaptım, ilacı kullanırken tahlil yaptırdım ve sonucumda hiç birşey çıkmadı. Ayrıca aynı gün yaptırdığım böbrek ve alt batın ultrasonu raporunda  sistit'in devam ettiği yazılıydı. muayene  ederken boynumun üst kısmındaki çıkıklığa takıldı ve kortizol hormonu düşükse böyle bir yastık oluşur dedi. 1 hafta için rapor yazmasını çünkü çok halsiz hissettiğimi söyledim gayet sağlıklı olduğumı söylerek rapora gerek olmadığını söyledi. Kan testinde dediği gibi kortizol hormonu düşük çıkınca beni hastanenin endokrinologuna yönlendirdi ve nefroloji ile ilgili bir durumumun olmadığı söyledi. Endokrinologdan randevu aldım ama maalesef gidemedim çünkü randevumdan önce iş yerinde fenalaştım sürekli midem bulanıyordu. Ofisteki sandalyem ve tuvalet arasında mekik dokumaya başladım. Beni iş yerinden alması için eşimi aradım, böbreklerimde dayanılmaz bir sancı hissediyordum midem korkunç şekilde bulanıyordu ve sürekli titriyordum. Hemen hastaneye gittik, poliklinikler kapanmıştı acilde sadece ağrı kesici vererek rahatlatmaya çalıştılar idrarımı yapamıyordum. Ultrason raporumda böbrek taşımım yerinden oynadığı görülüyordu. 38,7 ateşle eve yolladılar. Eve geldiğimde ağrılarım iyice artmıştı, eklemlerime sanki birer fil oturmuş mengeneyle sıkıyorlardı. Ayağa bile kalkamıyordum tekrar aynı hastanenin aciline gittik, doktor sabaha kadar hastanede kalmamızı ve ertesi gün çok acil nefroloğa görünmemizi istedi. Hemen başka bir doktor bulduk, avrupa yakasından anadolu yakasına arabayla geçmek ağrılarım yüzünden antartikayı geçiyormuşum gibi uzun sürdü. Bulduğumuz doktora poliklinikten randevu almamıza rağmen acilden girdik çünkü ayakta duracak halim yoktu, ağrıdan gözümü açamıyordum. Doktorum gelip bir önceki gün yapılan kan testini tekrarladı ve o günün değeri 12 kat artmış görünüyordu. Herkesin gözleri büyümüştü hiç vakit kaybetmeden yatış yapmamız gerektiğini söyledi. Hastane günleri böylece başlamış oldu. Diğer doktorun önermediği  hastane ortamında serum olarak verilen antibiyotik verilmeye başlandı. Ama yine de hiç iyi hissetmiyordum. Nefes alırken zorluk çekmeye başladısp;parmağıma taktıkları saturasyon ölçen alet sürekli ötüyor ve 10 dakikada bir tüm kat hemşireleri ve acil doktoru odama doluşuyordu. Nefes almak işkence gibiydi, eşim müzik dinletip, şiir okuyup rahatlatmaya çalışıyordu. Gece çok kötü geçmişti. Sabah annemi görmek istedim çünkü durum iyiye gitmiyordu ölüyordum. Akşam apar topar tomografi çekmek için götürdüklerinde odaya 3 hemşireyle girdim. Çekimi yapacak olan kişi durumum kritik diye kimsenin dışarı çıkmasına izin vermiyordu. O kadar zor nefes alıyordum ki oksijen tüpüyle tomografiye girdim. Tomografi sonucunda ciğerlerimde de sıvının olduğu anlaşıldı ve sonuç hem nefrit hem de pnömoni. Ve artık teşhis "sepsis". Sepsis teşhisiyle birikte durumu tatlı dille anlatabilecek bir hemşire gönderdiler bana "artık sizin için katta yapabileceğimiz bir şey yok çok zor günler geçiriyorsunuz. Doktorunuz yoğun bakıma gitmeniz konusunda karar verdi" dedi. Ben de "ölücek miyim" diye soruverdim kadına. Neyse beni o moralle yoğun bakım servisine götürdüler. Nefroloğum ve yoğun bakım servisinin doktorunun arası iyice gergindi. Ben yatarken son gördüğüm manzara şu oldu. benim nefrolog benimle ilgili bilgi verirken yoğun bakımın doktoru "şimdi benim hastam, benim monitörlerim bana bir şey anlatma, hep bunlar ben bilirim demekten oluyor zaten dedi. Bu olay buraya gelmezdi gibi cümleler duydum" bir hemşire rakı görünümünde bir şey enjekte etti bu narkoz mu dedim evet dediler. Sonra kolumda tekrar tekrar bir acı sonra boynumda inanılmaz bir acı duydum. Tek düşündüğüm narkozu verdikleri ama benim tüm müdahaleleri hissediyor olduğumdu hiç bir yerimi oynatamıyordum ama boynuma taktıkları katateri bile hissediyordum aklıma aneztezi filmi geldi ama sonra uzun upuzun bir uykuya dalmışım. Sadece arada kolumu sürekli kaldırdığımı, yanıma kimsenin gelmediğini birilerinin eline parmağımla bir şeyler çizmeye çalıştığımı hatırlıyorum bir de sürekli kızımı Ada'yı sorduğumu. 5 gün sonra uyandım, günler saatler geçmişti hiç o kadar susadığımı hatırlamıyorum. Elimle bir sürü şey takılı ağzımda kocaman bir boru, burnumda ucu nereye gittiğini anlamadığım bir hortum.  Yanımda sürekli öten bir monitörle uyandım. Önce hangi günde olduğumuzu sordum, sonra ailemi görüp göremeyeceğimi ağzımdaki şeylerle konuşmak sesimi duyurmak zordu. Gerçekten uyandığıma sevinmişti herkes. Ben de. Hemşire derin bir nefes al ve bir yerlere tutun çünkü ağzındaki boruyu çıkartıcam  dedi. Nedense iğnenin deriden çıkması gibi bir şey bekliyordum ama insanın gözünü karartacak kadar acı veriyor. Dişimi bir kere daha sıktım bu sefer de beni yoğun bakım süresince burundan besledikleri hortumu çektiler bunun acısını da hiç hatırlamak istemem. Sonra burnumda 1 hafta boyunca sürekli bu borunun varlığını hissettim. Doktorumun kata çıkışımı onaylaması ve ailrmin beni görmesine izin vermesi için epey bekledim. Gariptir ki yaşadığım için büyük bir mutluluk ama bu kadar acı çektiğim için ve ölümün kıyısına yanlış teşhisler yüzünden geldiğim için de büyük bir kızgınlık hissettim. Ben yoğun bakıma yatırıldığım gece aileme herşeye hazırlıklı olmaları söylenmiş doktorlar durumdan çok umutlu değillermiş hatta hastanrdeki bir çok doktor durumumu öğrenmek ve olayın nasıl bu raddeye geldiğini görmek için yoğun bakım doktorumla konuşmuş. Bende ilk iş olarak beni böbreğinizde bir sorununuz yok diye kışkışlayan, hatta nefroloji ile ilgim olmadığını düşünerek endokrinoloğa yönlendiren. Antibiyotik kullandığım sırada tahlil yaptıran, hastane ortamında kullanılan antibiyotiği vermeyerek hayatımı riske atan ve kariyerinde profesörlük mertebesine erişmiş bu doktor ve çalıştığı hastane hakkında suç duyurusunda bulundum. Sonuç ne mi? Şunu söylemek isterim ki 2014 temmuz ayında yaptığım suç duyurusuna yönelik soruşturma 2015 temmuz ayında sonuçlandı. Yani tam bir yıl sonra. Bana gelen zarfta şöyle yazıyordu "prof dr. Xxxxxx yaptırdığı tahlilde bakteri ve lökosit görülmediğinden şüpheli doktorun yanlış teşhis ve tedavi uyguladığına dair dava açmaya yeterli delil elde edilmediği anlaşılmakta ve şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir." Ben en azından sesimi çıkardım.  çıkardım da ne oldu sanki ama olsun hadi yine ben direkten döndüm yaşıyorum ya yanlış tedaviler sonucu hayatını kaybedenler, elini, kolunu kaybedenler, sakat kalanlar, nodül ameliyatı sonrası ses teli kesilenler ama şarkıcı olmadığı için haklı bulunmayanlar. İşte bunlar bizim tıbbın adaleti. Sizce tıp ta adalet var mı?

Saturday, May 23, 2015

Annelik ev işi Değildir!!!

Yazılarımda olabildiğince veryansın etmemeye gayret ediyorum. Ama bir süredir günlük koşuşturmaları yaparken, aklımda taşıdıkça sinir katsayımı arttıran düşünceler belirmeye başladı. Mesela sabahın altısında Ada uyandığında, banyoya girdiğimde gözüme çarpan kirli çamaşırların neden hep beni beklediği, boş sürahiyi neden hep benim doldurmam gerektiği, çocuğun ilacının verilmesi, yemeğinin hazırlanması, doğum günü organizasyonu, mekan seçimi, Ada'nın arap saçı gibi olmuş saçlarının taranması, banyo yaptırma seansları, yuvaya giderken çantasının hazırlanması, mutfakta birike birike dev bir dağ haline gelen bulaşıkların sadece benim gözüme çarpması, bir tarafı toplarken adanın elindeki "tutkalla" mobilyalara post it yapıştırma çabalarını benim engelliyor oluşum, ve bu gibi bütün ıvır kıvır atraksiyonların baş kahramanının ağırlıklı olarak benim olmam sinirimi bozuyor.
Evet anneyim ama aynı zamanda yeni kurduğum atölyeyle uğraşıyorum yani çalışıyorum. Evet hani özel sektörde çalışanların meşhur bir kelimesi vardır "şapka". Kaç şapkam var? bir sürü ama hangisini adam gibi takıyorsun dersen hiçbirini diyebilirim. Bir İnsan dörde bölünebilir mi? yada dörde bölünürse yaptığı işten hayır beklenebilir mi? Şapka dersen bende şapka çok "Anne", "Eş", "Çalışan Kadın", "Evlat" evet bu şapkalar çocuğu olan bütün kadınların taktığı ortak şapkalar belki. Peki bu şapkaları takarken biz ne oluyoruz? Benim sorduğum sadece "evlat" ve "öğrenciyken" bir anda değişen ne oluyor? Evet sorumluluklar artıyor ama peki biz nereye kayboluyoruz. Mesela krem rengi pantolonuyla, kahverengi kazağını uydurmaya çalışan kadın nerede, saçına şekil vermek için 1 saat zaman harcayan kadın nereye gitti? Bence şimdi o kadın şaçını yıkayabildiğine şükrediyor halde. Evet o benim.

Erkekler çocuk doğduktan sonra iki gün babalık izni yaparken, annelerin izni neden daha uzun. Annelik daha mı fazla?  Babalık daha mı kolay? Peki öyle mi olmalı, tabii ki değil.  Evet söyleniyorum hala da söylenmekteyim, yanlış anlaşılma olmasın eşim bana çok yardım etti. Kızım doğduktan sonra herşeye çok yardımcı oldu, yıkadı, altını değiştirdi ben süt sağdım, o biberonla içirdi, geceleri de  kalktı. Aslında biz ebeveynliği ortak bölüştük, ama değişen diğer şeyler bocalama ve o yetersizlik hissi çığ gibi büyüdü. Sanırım kızım doğduktan sonra "pospartum depresyonu" geçirdim. Bir gecede göğüs pompası, alt bezi, biberon, sterilizatör, göğüs pedi, emzirme sütyeni, ve bir sürü ıvır zıvır şeyi kullanma yetisi kazanmıştım. Hayatımdaki en önemli şey "çocuk kakasının ideal rengi" olmuştu. Saçımı tarama fırsatı bularak, bakımlı gözükmeye çalıştığım günlerde adanın gözüme bile kaçan "fışkırıklı kusmasıyla" kusmuklu kıyafetler kreasyonunun baş designerı olarak etrafta dolaşıyordum. Evlendiğimizde Büyük ev tutmayalım ne yapıcaz diyen ben evlere sığamaz olmuş, bir de bu kadar değişikliğin üzerine ev ahalisine bakıcımız da eklenince ben iyice keçileri kaçırmıştım. 
Kızım şimdi üç buçuk yaşında, o garip duygu durumunu atlatmış bulunmaktayım. Ama yine de çığlık atsam iyi gelir mi acaba diye düşündüğüm zaman dilimleri az değil. Annelik, sadece annelik olarak kadınların omzunda değil çünkü, anne aynı zamanda okulda veli, anne aynı zamanda doğum günü organizatörü, aynı zamanda "çalışan anne", aynı zamanda aynı o reklamdaki gibi ayakkabı bağlayıcı, aşçı, kek yapıcı..  Mesela neden "çalışan anne" diye kavram varda "çalışan baba" diye bir kavram yok. Annelerden çalışması mı beklenmiyor, yoksa babalardan "bir babalık yapıp çocuğa bakması mı?"Yazdıkça aklıma geldi, ilkokuldayken okuma bayramında bir skeç vardı neden "anavatan var da, babavatan yok?", neden "anayasa var da babayasa yok?" , niye "Ana gibi yar, bağdat gibi diyar olmaz" demişler de baba dememişler falan filan diye gidiyordu bu skeç. Çocuk aklımla sadece dudaklarımda tebessümden ileri gidemeyen bu cümleler şimdi mihenk taşları gibi hayatımın odak noktasındalar. Evet kadınlara annelik diye yüklenen bir sürü sorumluluk aslında annelik değil resmen "iş" hatta "ev işi". Ve bu ev işi yalnız kadının değil aynı zamanda "erkeğin de işi". Peki tüm bunlar kadının poposuna kampana gibi neden takılmış derseniz bilmiyorum, EZOP mu desem, Andersen mi? Yada suçlu tamamen biz miyiz. Alışveriş merkezlerinde çocuk bakım odasına sadece kadınları sokan zihniyet mi? Yedi cücelerin çamaşırlarını yıkayarak hayata tutunmaya çalışan "Pamuk Prenses" mi yoksa bize bunları yaptıran.

Doğum İzninden Dönüş ve Mobbing

İş yerinde bence en çok mobbing'e uğrayan doğum izninden dönen kadınlar. Sizin o işten uzak kalmak isteyip de, zırt bırt şirketten gelen telefonlar yüzünden uzak  kalamadığınız,  ama çalıştığınız şirketin sizin çok uzaklaştığınızı ve ruhen nirvana'da olduğunuzu düşündüğü o zamanlar en çok mobbing'e uğradığınız zamanlar. İşe döndüğünüzde çocuğu olmayan yöneticiniz varsa çocuğum "anaflaksi geçirdi deseniz bile" Haa öyle mi diye cevap alır, üstüne yarın ki toplantıda kullanılacak sunumda şirket logosunun border' ının mor olması gerektiği geri bildirimini alırsınız. Siz yokluğunuzda gelen 10.000'inc e-postanızı kontrol ederken, sizinle aynı işi yapan iş arkadaşınız sizin yokluğunuzda en yoğun dönemi geçirdiğini, ve en zor kapanışları yaptığını ve sizin o dönemde olmadığınızı sigara molasında yöneticinize üstüne basa basa anlatmaya başlamıştır. Siz dün gece 12 kere kalkan çocuğunuzu avutmuş olmanın uykusuzluğu ile gözünüzü açık tutmaya çalışıp, aynı zamanda sütyeninizdeki pedin süt sızdırmaya başladığından endişe ederken, iş arkadaşınız toplantılarda harikalar yaratıyordur. Unutmayıın,
Anne olduğunuz için daha çok odak noktasındasınız, henüz çocuğu olmayanlar, yada önceliğini sadece iş olarak tanımlayan insanlar tarafından karalanmaya başlarsınız. Aldığınız izinler daha çok göze batar, sizi defalarca yüz üstü bırakıp giden bakıcınız yüzünden evden çalışmak zorunda kalmanız bile lakaytlık olarak yorumlanabilir. Üzülmeyin, ve derhal gözünüzün yaşını silin, yalnız değilsiniz. Ben bunların hepsini yaşadım ve eminim bunları yaşayan milyonlarca kadın var. İşin garip yanı, bence mobbing kadınlara en çok kadın yönetici tarafından uygulanıyor. Çünkü karşınızdaki insan sizi, eğer çocuğu yoksa sadece hemcinsi olarak değerlendiriyor, ama aslına bakılsa o eve gidince ayaklarını uzatıp televizyon seyredebilirken, siz kapıdan girince, saklambaç oynuyorsunuz, çocuğunuza banyo yaptırıyorsunuz, akşam yemeğini yediriyorsunuz, yatarken kitap okuyorsunuz, okul çantasının içindeki iletişim defterine göz atıp, öğretmene bir şeyler yazıyorsunuz, sabah "okula gitmicem" krizleriyle uğraşıyorsunuzdur. İşlerinizi tam anlamıyla yapsanız da olmaz, yok yaranamazsınız.

 Bir diğer yönetici versiyonu da çocuğunu bakıcıya emanet edip gözünü kapayabilen ve işini hayatının odak noktası haline getiren kadın versiyonudur, bu versiyon çocuksuz yöneticiden daha beter olmakla beraber, kendi doğrularını dikte etmeye bayılır. Çocuk havale geçiriyor galiba diye arayan bakıcıya " portmantonun üstünde para var alıp doktora götür sonra beni ara" diye dönen tiptir bu. Sizin çocuğun ateşi 39 olmuş mesaiye kalmasam evden devam etsem paniğiniz onun için yersizdir, gereksizdir. Çocuktur hastalanır, önemli olan iştir. Bu yönetici türü, sizin şirketin gece 02:00 de biten şirket event'lerine katılımızı bekler. "Çocuğum...." ile başlayan laflar bahane kabul edilir. Günlerce mesai yapıp yaptığınız işler, bu tip bir yöneticinin bir virgül eklemesiyle onun işi olur, şirkette öyle lanse edilir. Anne olmak kolay değildir, velhasıl savaşmayı, yaşamını düzenlemek için yeni yollar bulmayı gerektirir. Tüm annelerin anlayışlı, annelik adına aynı değerleri paylaşan, empati yeteneği olan insanlarla karşılaşması dileğiyle.



Saturday, May 9, 2015

Alerjik Çocuk ve Okul

Kızım Ada alerjik bir çocuk. Bu yüzden canı ne çekerse yiyemiyor, onun yiyemediği şeyleri biz yanında yersek canı çekiyor, huysuzlanıyor. Küçükken alerji konusu daha kolaydı ama şimdi ne yediğimiz onu çok ilgilendiriyor. Tabii bir de bu yıl okula başladı. Evde nispeten bu durum idare edilebiliyor bile olsa okulda zor. Bir çok forumda, anne çocuk bloglarında bu soruyu gördüm. "Süt alerjisi ve çoklu gıda alerjisi olan çocuklarınız okula başladığında ne yapıyorsunuz?"
Evet çok yerinde ve mantıklı bir soru bu. Çünkü konuyla hiç alakası olmayan birine benim çocuğumda süt alerjisi var dediğinizde, sadece süt içemediğini sanıyor. Bu nedense çok düz mantık düşünülüyor. Oysa süt alerjisi olan bir çocuk, içinde süt proteini olan hiç bir şeyi yiyemez tereyağ, yoğurt ,süt ,peynir ve dana eti tüketemez. Dana etinde de süt proteini bulunur, süt danası lafı nereden geliyor bir düşünmek lazım.  Bu sadece süt ürünü alerjisi olan çocuk için geçerli tabii. Eğer benim kızım gibi hem süt hemde diğer besinlere alerjisi varsa yani çoklu besin alerjisi bu liste uzar da uzar. Peki okula giden alerjik çocuklar ne yapıyor? Bu durum nasıl idare ediliyor?
Biz okula kayıt yaptırırken bu konuyu konuşmuştuk nasıl idare edeceğimizi kaba taslak da olsa belirlemiştik. Ama yine de benim tavsiyem bu konuyu kaba taslak bir halde bırakmayın en ince detayına kadar konuşun.
 Sabah kahvaltısına götürmüyorum kızımı her gün 30 dakika geç gidiyoruz bu yüzden. Çünkü kahvaltıda hep peynir, süt vs oluyor, kahvaltısını evde yaptırıp öyle götürüyorum okula. 
Ada'nın okulu bir catering firması ile çalışıyor. Okulun aylık menüsü daha önceden belli oluyor ve mail adresimize gönderiliyor. Ben okulumuzun iletişim sorumlusundan rica ederek firmanın menüdeki süt proteini içeren gıdaları işaretleyerek göndermelerini sağladım. Böylece menüde süt proteini olan gıdaları görüp onların aynısını yada benzerlerini evde yapıp sefer tası usulü okula her gün götürüyorum tabii bu çok zor bir iş.  Bana gönderdikleri işaretli menüde içine süt proteini girmeyen hiç bir şey yok neredeyse çünkü tüm yemekler tereyağı ile pişiyor.  Mesela balık oluyor bazen o zaman evde bir şey hazırlamıyorum. Böylece çok az da olsa yemek hazırlamadığım günler olabiliyor ama bir iki defa okulda sabah haber verilen menü değişikliği oldu o biraz sinir bozucuydu. Mesela balık var diye bir şey hazırlamadım ama menü tereyağlı iskender ve pilav olacak şekilde değiştirildi.  
 Öğle yemeği için okul menüsüne benzer yemekler yapıyorum ama bazen menüde döner oluyor, ben köfte koyuyorum ne yapayım. Bir de ikindi menüleri var, burada sabit olan şey hep bir koca bardak süt, yanında poğaca, tost, pizza dilimi, enerji barı, grissini, börek, kek gibi sürekli değişen gıdalar oluyor. Bazen ikindiyi yetiştiremeyip, grissini alıp yolladığım oluyor itiraf ediyorum. Bir gün ikindi öğünü için kek yapamamıştım bana niye tabak vermiyorsunuz diye ağlamış okulda çok üzülmüştüm. En korktuğum şey öğretmenleri görmeden arkadaşının ikram ettiği süt içeren bir şey yemesi, okulu da tembihledim bu konuda. Ama Ada alerjisinin çok farkında bir çocuk, bir şey ikram edildiğinde benim alerjim var onu yiyemem deyip kendi geri çeviriyormuş, öğretmeni bizzat söyledi bana. Tabii bazen arkadaşları pasta yerken o yiyemiyor, pizza yapma etkinliği yaptıklarında yaptığı pizza'yı yiyemiyor eminin üzülüyordur ama alerjik yapacağımız bir şey yok. Evet üzücü ama çok da dramatize etmemek lazım hayatta, sağlıklı ve sonunda atlatacağı bir alerjisi var.

 Alerji konusunda Doktorumuz Fügen Çulluoğlu. Bize Ada hiç süt içmediği için yada alerjisi olduğu besinleri hiç yemediği için tadını bilmediğinden canı çekmez demişti. Ama yine de onun yiyebileceği şeyleri pişirin dedi, bende dana etiyle hazırladığım yemekleri kuzu etiyle yaptım isterse yiyebilsin diye. Küçükken pek sorun olmuyordu ama şimdi yediğimiz her şey çok ilgisini çekiyor ve ben bundan yiyebilir miyim diye soruyor, o yüzden yiyemeyeceği şeyleri onun önünde yememeye çalışıyoruz. Yada o yattıktan sonra yemeğe çalışıyoruz. Alerjiyle hayat  ve alerjiyle okul şimdilik böyle bizim için.


Bizim Alerji Hikayemiz

     Ben alerjik bir çocuk annesiyim. Hikayemiz kızım Ada 5 aylıkken başladı. Aslında belki 4 aylıkken ama biz farkına varamadık. Kızımı hiç emziremedim, bir gün bile. Anne sütünü hep sağarak verdim. Onlarca göğüs pompası denedim, sırf daha çok süt verebilmek için. Evime gidip gelenlerin sağmakla olmaz bu iş demesine rağmen, devam ettim. Sağdığım sütü biberona koyup veriyorduk ama sürekli fışkırma şeklinde kusuyordu. Kusmadan beslediğimiz günler bir elin parmaklarını bile geçmeyecek kadardı. Biberonu da eliyle itiyor yada ağzını diğer tarafa çevirip verdiğim sütü reddediyordu. 4. ay kontrolümüzde kilo almamıştı,  doktorumuz mama önerdi ama "mama" dendiğinde nedense tüylerim diken diken oluyordu. Anne sütü varken mama vermeyi içime hiç sindiremedim. 1 ay boyunca doktorumuzun önerisine uymadan sadece sağdığım sütü verdim. 5. ay kontrolümüzde Ada hiç kilo almamıştı, bu bizim kilo almadan geçirdiğimiz 2. ayımız olmuştu. Ben de önerisini dinlemediğimi sadece anne sütüyle devam ettiğimi doktorumuza itiraf etmek zorunda kaldım. Hemen Milupa muhallebi başlamamızı önerdi. 
      Bahsettiğim 5. ay kontrolünde muayenehanenin bekleme odasında bir anne vardı en son "mamayı verdim ama süt alerjisi oldu offf" dediğini duydum. Sonra biz girdik içeri ve o annenin  o cümlesi sanki bizim de başımıza aynı şey geleceğini hissettirdi neden bilmiyorum ama çok derinden hissettim bunu. Sonra bizde mamamıza başladık ilk günler harikaydı,  Ada'nın karnının doyduğunu hissediyordum, biberonu görünce heyecanlanıyordu, elleri ayakları bir dakika durmuyor etrafa gülücükler saçıyordu. 23 Nisan günüydü, o gün çalışmıyorduk ve bir iki saatliğine eşimle dışarı çıkabilme imkanı bulmuştuk, Ada'yı bakıcımıza bıraktık, 1 saat sonra telefonumuz çaldı Ada'nın mamayı istemediğini çığlık çığlığa ağladığını ve vücudunun her yerinde kırmızı lekeler çıktığını söyledi bakıcımız. Eve koştuk, hemen doktorumuza gittik ve o gün doktorumuz süt alerjisi tanısını koydu. 
      Sürekli gittiğimiz rutin muayenelerini yapan doktor dışında alerjisi için bir doktor aradık. Neler yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Alerji Uzmanı bize benim süt, ekmek, makarna, pirinç, domates, dana eti ve şarküteri ürünleri başta olmak üzere bir sürü besini tüketmemem gerektiğini söyledi çünkü süt dışında da alerjileri olabilirdi Ada'nın. Anne sütü verdiğim için benim sütümden de ona geçiyordu tüm bu gıdalar. Dediklerini yaptım, yiyebileceğim şeyler çok sınırlı olduğundan bütün günü çorba ve suyla geçiriyordum ama tabii bu diyetle sütüm iyice azaldı. O sırada doğum iznim de bitmişti ve işe yeni dönüş yapmıştım. İş stresi de eklenince benim süt birden kesiliverdi. Ada' yı sadece 5,5 ay emzirebildim.. O kadar çabama rağmen yine de bu konuda içim hep cız eder ve bu konu aklıma geldikçe içim burkulur.
    Alerji ile yaşamaya başlamıştık, hayatımıza önce pregomin AS adlı o mama girdi. Ada tadını hiç sevmedi önce pekmezle, sonra starbucks'tan aldığımız vanilya şurubuyla denedik ama nafile denemeler oldu. 1 hafta sonra hiç bir şey karıştırmadığımız pregomin'i içmeye başladı ama bu sefer'de biberonu reddediyordu. Herhalde alerjisi olduğu o sütü içirdiğimiz için yine vereceğimizi düşündü bilmiyorum. Biberonu hep reddetti, bizde biberonu Ada 6-7 aylıkken hayatımızdan çıkardık. O su gibi mamayı kaşık kaşık içirdik Ada' ya. Bu sefer yine ağız çevresinde kırmızılıklar gördük anladık ki metal kaşık da alerji yapıyor, bu sefer plastik ve silikon kaşık kullanmaya başladık. Her 6 ayda bir kontrolümüzde Ada' nın alerjisi geçer umuduyla doktora gittim ama geçmedi bir türlü. Daha sonra pregomin mama'yı da reddetti kızım baktık ki içeriğine hindistan cevizi aroması koymuşlar bu sefer Neocate mamaya geçtik. Kızım şimdi 3,5 yaşında hala süt alerjisi devam ediyor, hala reflüsü var ama artık dana eti, domates, limon ve pirinç yiyebiliyor buna çok seviniyorum. Elbette zamanla diyeti açılacak ve alerjisi geçecek biliyorum. Bu hem çocuklar hem de anneler için zor bir süreç sadece nasıl bir süreçten geçtiğimizi anlatmak istedim.








Tuesday, April 21, 2015

Bir Endişe Serüveni Okul Seçimi

Geçtiğimiz hafta marka annenin organize ettiği, eğitim danışmanı Ali Koç'un konuşmacı olarak katıldığı seminere gittim. Öncelikle Derya Hanım'a böyle bir organizasyona ev sahipliği yaptığı için teşekkür ederim. Benim eğitim hakkındaki bazı düşüncelerimi değiştiren bir seminer oldu. En önemlisi gerçekten endişeli bir anne olduğumu anlamama ön ayak oldu. Evet o gün ordaki anneler olarak endişeliydik ve Ali Bey'in de dediği gibi aslında unuttuğumuz bir kavram vardı. Ne miydi o?
Çocukluk. Evet kendi anneliğimiz ve çocuğumuz için duyduğumuz endişelerle o kadar haşır neşiriz ki çocuğumuzun gerçekten "çocukluğunu" unutuyoruz. Hep bir telaş, çocuğumuzu bir sonraki adıma doğru hazırlamanın telaşı içimizdeki. Sanki çocuk, çocuk değilde üniversiteden mezun olmuş, yarın iş görüşmesine gidecek.  Bilmem ne okulun tanıtım gününe gittim çocuğumu rakiplerinden burun farkıyla öne geçirecek branş dersleri varmış dedikodusu yayıldı mı, insan bir şüpheye düşmüyor değil hani. Eee bizim okulda niye yok? Benim çocuğum geri mi kalacak? Falanca okul 3,5 yaşında 3 yabancı dil öğretiyormuş falan filan. Gerçekten yuvaya giden el kadar çocuk için astronomik eğitim ücretleri talep eden bu kurumlar birbirinden bu kadar farklı mı? Yada devlet okullariyla özel okulların farkı ne? Bu fark için böylesine astronomik ücretler ödemeye değer mi? Sorular, sorular, endişeler ve kaygılar.
Evet benim için devlet okuluna çocuğu göndermek radikal bir karar. Neden derseniz, bunun biraz şans işi olduğuna inanıyorum. Kendim de devlet okulunda okumama rağmen, kafamda devlet okulu için oluşmuş bazı kalıplar var, mesela öğrencisinin babasının mesleğine, cüzdanının şişkinliğine göre muamele eden öğretmenler, öğrenciyi hırpalayan eli sopalı eğitimciler, emekliliğime şurda ne kaldı diyip son virajı dönenler ve en önemlisi günümüzdeki muhafazakarlık konusu. Çocuğumun müfredatdaki değerler eğitimi başlığı altında beyninin yıkanmasını istemiyorum. Okula seccadeyle gelin diye çağrı yapan öğretmenin çocuğumun öğretmeni olmasını istemem. Ben veli olarak böyle bir yerde yabancı hissederim, çocuğumda evdeki değerler ve okulda öğretilenler paralellik göstermediği için okula yabancılaşır. Benim kafamda çizdiğim ve inandığım senaryo bu.
Ben böyle düşünüyorum diye devlet okulları tü kaka değil elbet. Belki İstanbul'un kurtarılmış semtlerindeki okulları incelerseniz, iyi bir öğretmen ve iyi bir okul bulabilirsiniz. Ama hükümetin koltuğunun altında olan bir yere ne kadar güvenilebilir ? Herhangi bir bakanın gelip sizin çocuğunuzun öğretmenine senin niye gözünün üstünde kaşın var diyerek hakaret etmeye başlamayacağını ve o öğretmenin onuru kırıldığı için zayıf düşen kalbinin durmayacağını garanti edebilir misiniz?
Yoksa aslında bende çocuğumun farklı sosyo ekonomik koşullardan, farklı kültürlerden gelen ailelerin çocuklarıyla sınıf arkadaşı olmasını, kendini ezdirmeden ve başkasının korumasına muhtaç olmadan kendini koruyabilmesini ve  daha gerçek bir atmosferde nefes almasını isterim. Derdim kesinlikle özel okulların sunduğu ve hatta ayrıca parayla sattığı binicilik, yoga, drama, ritm atölyesi ve hepsini sayamayacağım çeşitlilikte olan ıvır kıvır branş ders değil. Hatta yabancı dil bile değil. Dediğim gibi benim devlet okulunu tercih etmememin nedeni eğitim sistemine güvensizliğim ve devlet okullarının hükümetin direkt müdahale alanında olması. Belki bu yakındığım şeyler özel okullara da benim sandığım kadar uzak değildir. Orasını zaman gösterecek.
Gelelim özel okullara acaba onlar gerçekten mükemmeli mi vaad ediyorlar? Öncelikle geçen yıl ücretinin 45.500 tl olan yuvalar olduğunu duyunca, dudağım ucukladı. Özel okul fiyatları neye göre belirleniyor? Neye göre artış yapılıyor çok merak ediyorum. Özel okulların hemen hemen tümü mükemmele yakın sunumlarla karşılıyor bizleri. Sorular kem küm edilmeden cevap buluyor, okul hakkındaki tüm detaylar görsel bir şölen eşliğinde velilere sunuluyor. Diyelim ki okula karar verdiniz, bakalım okul sizin yavrucağınızı beğenecek mi?  Tanıma çalışmasından geçebilecek mi? Hadi onu geçti diyelim kurada çıkacak mısınız? Tüm bunlar olumlu sonuçlansa bile çocuğunuz okula başladığında size vaad edilenler gerçekleşecek mi? Özel okullarda bir de şöyle bir sorun var sınıfın herhangi bir mahremiyeti yok. Veliler sınıf içinde yaşananlara çok müdahil oluyorlar, veliler arası iletişim için kurulan whatsup grubları, mail grubları derken, veliler sınıfta olanların en ince detayına kadar hakimiyet sağlayabiliyorlar. Okulun öğretmenine karşı tutumu da özel okullarda önemli.
Okulların öğretmenlerinin arkasında olmadığı sistemlerde, veli öğretmeni ezebiliyor. Bu da
öğretmenin kendini kollamak için sürekli veliyle arasını iyi tutma çabasına ve hatta veliyi üzmemek adına çocukta ters giden aksaysan yönleri veliye açıklamamasına neden olabiliyor.
Özel okul seçiminde bu nedenle herkese aynı mesafede durabilen bir okul seçmek mantıklı bir tercih olur. Okul seçimi yaparken benim aradığım şey, bahçesinin büyük olması, doğal çim olması, yağmur haricinde her gün bahçeye çıkabilmeleri, çocuğun ilgi alanı ve yeteneğine ilişkin gözlem yapılması. Çocuğun odaklandığı bir şeyin bıraktırılıp başka bir konuya çok sıklıkla geçilmemesi.
Seminerde Ali Bey'in şöyle dedi "bazı veliler sınıfın odağında kendi çocuğu olsun istiyor, baktı gönderdiği o okulda çocuk odak noktası olmadı, kendi çocuğunun merkezde olacağı başka bir okul aramaya başlıyor. Çocuk okula başladıktan 3 ay sonra velinin okul ile ilgili düşüncesi değişmeye başlıyor çünkü velinin kendi çocuğu sınıfın odak noktası olmadı"
Dönem proje çocuklar dönemi, artık çocukların doğduğu güne kadar aileler karar veriyor. Doğduğu günden itibaren hangi okullarda eğitim göreceği belli oluyor çocukların, 5 ualona geldiğinde çocuğunun 5 dil bilmesini planlayan veliler var. Evet parklarda çocukları salıncakta 2 dakika sallayıp sonra, salıncağı her itişinde one, two, three diye sayan anneler var. Ee doğru orda da boş boş sallanmasın çocuk en azından ingilizce saymayı öğrensin. Uyurken baby motzart, baby einstein cd leri dinletenler uykuda bile rahat bırakmayanlar var. Bırakalım çocuğumız einstein olmasın sadece çocuk olsun en saf, en yalın haliyle.



Thursday, April 9, 2015

Miniones Çocuk Atölyesi Açıldı!!! Benim atölyem

Uzun zamandir aklimda olan ama bir türlü hayata geçiremediğim bir projem vardı. Hep aklımın bir köşesinde, gelişti, büyüdü ve sonunda gerçek oldu. Sonunda "Miniones" çocuk atölyesi kuruldu. Atölyede çocuklarla yapmak istediğim her şey var. Duyusal oyunlar, günlük yaşam becerilerini geliştirmek için malzemeler, kaba motor becerilerini geliştirecek bir parkur, kuklalar, hikaye köşesi, orası benim için rengarenk bir dünya, sınırsız bir alan, mutluluk, huzur...
Bu arada bende boş durmadım hem kendimi geliştirmek hemde çocuklara daha çok şey katmak için yaratıcı drama eğitmeni olmak için ders aldım. Bundan sonrada hep gelişmeye açık olmak, hem de yenilikler katmak adına etkin öğrenme yöntemlerinin yer aldığı her projenin içinde olacağım.
Çocukların oyunlarına dahil olacağım, çünkü biliyorum ki oyun oynamak önemlidir. Oyun oynarken herkes sadece o anda yaşar, geçmişi düşünmez, geleceğe dair endişeler taşımaz. Oyun oynarken Sivri yanlarımız törpülenir, çünkü, güven duymak ve uyum içinde olmak gereklidir. Oyun oynamak isteyen, okul öncesi çocuklar için eğitimine dair yenilikçi fikirleri olan, çocukları için bir şeyler yapmak isteyen herkesi ve tüm çocukları beklerim.

Atölyeme www.miniones.com üzerinden ulaşabilirsiniz.
0532 289 59 46 numaralı telefondan etkinliklerimiz için kayıt yaptırabilirsiniz. 




Wednesday, April 8, 2015

Uyku sorununa Mucize Çözümler

Bu uzun bir yazı olacak. Bize çok fayda sağladığı için uzun uzadıya yazmak istedim. Kızım bebeklikten beri uyku problemi olan bir çocuktu. Daha doğrusu bu problemi bizim yarattığımızı geç de olsa öğrendim. Kızım doğduktan sonra sadece iki hafta bizim odamızda kaldı. Etraftan da odaların ayrılması gerektiği konusunda çok şey duyduğum için Ada iki haftalıkken odasını ayırdık. Her bebek gibi üç saatte bir kalkıp sütünü verdik besledik. Uyku düzeni 3 saatte bir uyanmaya programlanmıştı, hatta saatimizi her üç saatte bir çalmaya ayarlasak bile ada tam 1 dakika önce uyanıyordu. Bebekken bu düzen normaldi ama Ada büyüdüğü zaman da bu düzeni aynen devam ettirdi hatta bizi daha da uykusuz bırakarak bir gecede 8-9 kere kalkmaya başladı. Bir de 5,5 aylıkken teşhis edilen süt alerjisi bu tabloya eklenince yatağımız üç kişik oldu. Sonuca gelirsek 3 yaşında süt alerjisi devam eden , gece 8-9 kere uyanan, ve bizimle uyuyan bir çocuk oldu Ada.

Uykusuzluktan bana kalan depresif ve değişken ruh halim, gün geçtikçe zayıflayan bünyem ve bunun sonucunda her hafta başında yeni bir hastalık kapmam sonrasında bu uykusuzluk problemi ile yaşayamayacağımızı anladık. Sonunda soluğu bir psikolog da aldık. Evet teşhisimiz doğruydu Ada'nın ciddi bir uyku problemi vardı. Önce uyku rutinimizi anlatmamı istedi. Ona anlattığım uyku rutini şu şekildeydi; ada istediği 3 kitabı seçiyor. Bu kitapları okumaya başlıyorduk, kitaplar bitince bebek arabasında uyumak istediğini söylüyordu, burda yarım saat ileri geri sallandıktan sonra "yok ben yatağımda yatmak istiyorum" diyor, yatakta geçirdiği 15 dakikadan sonra" sizin yanınızda yatacağım"  diye tutturuyordu. Yanımızda yatarken bizi sürekli tekmeliyor, sürekli uyanıyor ve asla uyumamıza izin vermiyordu. Ada uyuyunca yatağımızdan, onu kendi yatağına taşıyorduk. Ama gece uyanınca çığlık çığlığa ağlıyordu.
Ben bunları anlatıkça danıştığımız psikolog bize detaylı bir açıklama yaptı ve ne yapmamız gerektiğini anlattı. Öncelikle bir yatma rutini geliştirmek  gerekiyormuş ve bu rutinin hep aynı saatte başlaması gerekliymiş. Mesela yemek yenecek,  diş fırçalanacak, tuvalete girilecek, Sonra kitap seçilecek 2 yada 3 tane diye belli bir sayı belirlemek şart.  Sonra kendi  yatağına yatacak, seçilen kitaplar okunacak yada eline çok sevdiği bir oyuncağı verebilirsiniz dedi. Uykuya geçiş nesnesi olarak bişi anımsaması gerekiyormuş, uykudan önce son yapılan şey hep aynı olmalıymış.Yani kitap okuyorsan kitap, oyuncaksa oyuncak yani kısacası bu ritüelden sonra uykunun geleceğini anlamalıymış çocuk. Bir de bebek arabasına veda etmemiz gerektiğini söyledi. Önce ada'nın büyüdüğünü artık bebek arabasına ihtiyacı olmadığını arabayı küçük bir bebeğe vereceğinizi söyleyin dedi. Çocuğun gece farklı yerlerde uyutulması , uyuduğu yerden farklı bir yere taşınması çok yanlışmış. Çocuk nerede uyuduysa orada uyanmalıymış. Bizim  atalarımızdan gelen ilkel genlerimiz varmış eski insanlar yabani bir hayvan geliyor  mu? Güvende miyiz?  diye uyanıp sürekli etrafı kontrol ederlermiş o yüzden bizde gece sürekli uyanıyormuşuz aslında ama elimizi yastığın altına koyup, ya da sağa sola dönerek uykuya devam ediyormuşuz. Çocuklar bu uyanmaları sık sık yaşıyorlarmış ama eğer gözünü açtığında uyuduğu yerden farklı bir yerde olursa, şok yaşıyorlar o yüzden sürekli uyanma ihtiyacı duyuyorlarmış.
Bir de çocuk gözünü kapadığı andan itibaren 3 saat çok derin uyur uyanma ihtiyacı sonra başlar dedi danıştığımız psikolog.
Gelelim zor kısmına, evet güzel, gittik, konuştuk, eve geldik. Yatma vakti geldi, önceden konuştuğumuz gibi bebek arabasına elveda dedik, ihtiyacı olan bir bebeğe vereceğimizi söyledik. Arabayı evin deposuna kaldırdık. Buna diretmedi, sandığımdan kolay kabul etti hatta. Ama yatağına yatırdığımızda başladı ağlamaya, burda uyumayacağım, yanınızda yatacağım diye uzun bir süre ağladı. Hatta o kadar ağladı ki babamız sonunda nerde yatmak istersin kızım diye? Sordu. Tabii o sırada Ada'nın 1,5 saat süren ağlamasına katlanan ben son dakika da gelen bu yelkenleri suya indirme sorusunu hiç sevmedim, o an gözümden alevler bile çıkmış olabilir. Bu arada danıştığımız psikolog sert yöntemlerden yana olmadığını sürekli çocuğumuzın yanında olmamız gerektiğini, o çağırdığında beklemeden yanına gitmemiz gerektiğini tavsiye etti. İlk gecemiz zorlu geçti biz yatırdık, o kalktı ağladı, kucağımıza aldık, sarıldık, sakinleştirdik, tekrar yatırdık, tekrar kalktı. Herhalde iki buçuk üç saat uğraştık, gece de çok sık kalktı. Ertesi gün biraz daha kısa sürdü bu süreç, gece daha az kalktı. Üçüncü gün ilk günden daha çok ağladı, daha çok kalktı her defasında yanına koştuk, yanında olduğumuzu, ne zaman bizi çağırsa duyduğumuzu, yanına geleceğimizi söyledik. Dördüncü gün oldukça iyiydi ve belinci günde hiç uyanmadan sabaha kadar uyudu. Şimdi uyku düzenimiz oluştu. Akşam 08:30 da yatıyor sabah 06:30 da kalkıyor. Evet çok erken ama gece deliksiz uyuması harika bir şey. Umarım bu yazı biraz yardımcı olur.

Sevgiler

Tuesday, April 7, 2015

Yaşama Dair Notlar

Herkesin hayatta yapmak istediği şey farklıdır. Ama bazen yapmak istediğimiz şeyi yapamadan farklı bir yola sapmak zorunda kalırız. Seçimimiz bizi ileri götürürken istediğimiz, bizi mutlu edecek şey çok arkada kalır ve zamanla onu unuturuz belki. Hayatımızdaki  değişiklikler bize yol gösterir  yada acı bir tecrübe doğru şeyi yapmak için rehberlik eder bize.  Bunu aslında hep şuna benzetirim; sonunda yıllık izninizi almışsınızdır, o cuma günü sizi sıkan iş kıyafetini çıkarırsınız üstünüzden. Kafanızda işle ilgili bir düşünce kalmaz, omuzlarınız hafiflemiştir. Sadece aklınızda o an vardır, sadece tatil için bavulunuzu hazırlamak, yada arabanızın son kontrollerini yapmak. Yola çıkarsınız tatili geçirmek için en sevdikleriniz yanınızdadır. İstediğiniz yere gidiyorsunuzdur, bir hafta boyunca güneş istediğiniz kadar yakar teninizi, istediğiniz kadar denize girersiniz, istediğiniz insanlar yanınızdadır, istediğiniz yere gider, istediğiniz saatte yemek yersiniz. 1 hafta biter ve o özgürlük geride kalır, artık istediğiniz kadar güneş göremeyecek, istediginiz yere istediginiz zaman gidemeyecek, sayısı sadece istediginiz insanlardan daha çok olan disinizi bilediginiz insanlar arasina doneceksiniz. İşin aslında garip yanı bence şudur, özgürlüğümüzü kendi elimizle terketmemiz. 1 hafta sonunda geri dönmek için kendi isteğimizle karar vermemiz. Peki neden dönüyoruz? Hayatımız sadece yılda 1-2 hafta yaşayabildiğimiz özgürlükten ibaret mi? Evet yakalanmış hayat standardları , kredi kartınız, çocuğun yilda 40.000 tl ödediğiniz okulu, giyim masrafınız. Peki bunları zaten yaratan bizler değilmiyiz? Çocuğumuz yılda 40.000 ödediğimiz oluldan mezun olduğunda ne yapacak? O da bizim gibi yılda bir hafta özgür hissetmek için deliler gibi çalışmayacak mı? Bu çarkı biz çevirip sonra çocuklarımıza mı devredeceğiz? Bence evet aynen böyle yapıyoruz.
Geçenlerde gittiğimiz bir okulun tanıtım gününde lise de bilmem ne ödülü almış lise öğrencisine ödül olarak 1 ay boyunca, beni 2,5 köle gibi çalıştırıp işleri bittiğinde bir günde postalayan şirkette staj imkanı sunulduğunu görünce bunu düşündüm açıkçası. Bugün mandıra filozofu günümdeyim herhalde. Hayatımızın herhangi bir anında "boyhood" filmindeki anne gibi düşünmemek için herkesin sevdiği şeyleri yapması dileğiyle..

not: Boyhood' u tavsiye ederim. Ebeveynlik ve hayat üzerine güzel bir film.

Çocuklar için Muhallebi Tarifi

Sonunda bu aşamaya geldik. Ada inek sütü değil ama keçi sütü tüketebiliyor. Yani en azından keçi sütünü deneme aşamasındayız. O yüzden keçi sütü ile yapılan bu muhallebi Tarifini paylaşmak istedim. İnek sütüne alerjisi olmayanlar keçi sütü yerine aynı tarifi inek sütüyle deneyebilirler.

Malzemeler

1 lt. keçi sütü
2 çay bardağı un*
1 çay bardağı şeker*

*Çay bardağı olarak Ajda çay bardaklarını kullandım. Ölçü olarak o şekilde düşünebilirsiniz.

Yapılışı:

1 lt keçi sütünü geniş bir tencere boşaltın.
Ardından şeker ve unu ekleyip, ocağı yakmadan iyice karıştırın (Eğer karıştırmadan kaynatmaya başlarsanız topaklanıyor.)
İyice karıştırdıktan sonra orta ateşte kaynamaya başlayana kadar karıştırın.
1-2 dakika kaynadıktan sonra ocaktan alın.
Kaselerinize döküp, soğuduktan sonra servis edebilirsiniz.

Üzerlerinin fırında kızarmasını istiyorsanız 200 dereceye ayarladığınız fırında 40 dakika pişirin.
Zira alerji denemesi yaparken, doktorların tercihi denenecek gıdanın olabildiğince pişmesi.

Afiyet Olsun!!

Wednesday, April 1, 2015

Okul Seçimi: Hangi Okul Volume II

 Aslında  dün okul seçimi hakkında ne düşündüğüm ile ilgili bir yazı yazdım. Sabah kızımı okula bırakırken, kızımın sınıfının önünde önümüzdeki yıl için kayıt yaptırmak isteyen veli adayları gördüm. Okuldan bir yetkili okul hakkında gelen velilere bilgi veriyordu. Önce geçen yıl bizimde onlarla aynı konumda olduğumuzu düşündüm sonra okulun işleyişi, benim okulda umduğumu bulamayışım geldi aklıma. Anlatılanlara kulak misafiri oldum, gerçek işleyişle anlatılanlar arasında farklar olduğunu biliyorum. Ya bu okulda yaşadığımız şey başka okullarda başımıza gelirse ne olur?

Bu yıl da gittiğimiz okul tanıtımlarında gördük ki her okul mükemmele yakın bir sunumla karşıladı velileri. Her okul kendinin öne çıkan yönlerini anlattı,yabancı dil eğitimine ne kadar önem verildiği, sosyal faaliyetleri, kulüp çalışmaları, veli iletişimleri vesaire vesaire. Peki gerçekte bu ne kadar hayata geçiyor? Çünkü internette bu konuları araştırmak için saatler geçirmem neticesinde bazı okulların kulüplerine başvuran öğrencileri "çok kayıt alındı satranç kulübümüz doldu. Kontenjanımız açılınca haber vericez gibi oyaladıklarını", bazi okulların ise velinin maddi gücüne göre öğreciye ayrıcalık tanıdığını iddia eden yorumlar okudum. Biliyorum şu an benim memnun olmadığım okuldan çoğu veli memnun yada ilerde memnun olacağım okuldan başkaları olmayacak. Çünkü bütün bunlar kişilerin neyi önemsedikleriyle ilgili. Eğer sizin içine dahil olduğunuz, yönlendirebileceğiniz bir yapı istiyorsanız çok köklü bir okul sizi mutlu etmez zira böyle okulların kuralları kaideleri bellidir sizin önerilerinizin herkese uygulanabilir olması gerekir. Ama daha butik yapıdaki okullarda veli yönlendirici olabilir, önerileri daha çok dikkate alınabilir. Neyi istediğiniz önemlidir. Bu konuda tek tecrübe ettiğim eğer okulun tanıtım toplantısında sizi bir şey rahatsız ettiyse ve rahatsızlık duyduğumuz konuya aklınıza yatan bir açıklama getirilmemişse bu sizi çocuğunuzu o okula gönderdiğiniz zaman daha çok rahatsız edecektir. Ben anne olarak böyle bir şey yaşadım ve yıl boyunca aynı konudan rahatsız oldum. Siz mutlu olursanız çocuğunuz da okulda mutlu olur. Ama tedirgin olup rahatsızlık duyarsanız bu duyguda sakız gibi yapışır çocuğa. O yüzden seçeceğiniz okulun içinize sinmesi çok önemli. Okul seçimi yaparken yapılacaklar listesi şöyle olabilir.

Seçmek istediğiniz okulların tanıtım toplantılarına gidin
Seçmek istediğiniz okulun velilerine ulaşmaya çalışın, okul çıkışına gidip belki ayaküstü kafanıza takılanları sorabilirsiniz.
İnternettekı forumlardaki yorumları okuyun, özellikle nurturia gibi platformlarda okulla ilgili başlıklar bulabilirsiniz.
Eğer yakınınızda seçmek istediğiniz okula giden biri varsa mutlaka okul hakkında değerlendirmesini isteyin.
Çocuğunuzu iyi gözlemleyin ilgi alanlarını bulmaya çalışın, ve okulda çocuğunuzun ilgi alanlarına yönelik ne faaliyetler yapılıyor sorun.
Okul seçimi ile ilgili twitter da #okulseçimi hashtag i altında yazılanlara göz atabilirsiniz
Eğer görüştüğünüz bir çocuk pedagogu varsa çok fazla danışanı olduğu için okullar hakkındaki duyumlarından yararlababilirsiniz.
Tanıtım toplantısında okul müdürüne sonraki yıl okula devam etme oranının ne olduğunu sorabilirsiniz. Belki memnuniyet hakkında size fikir verebilir.

Kafanızda soru işeretleri bırakmayan ve girdiğinizde çok mutlu ve rahat hissettiğiniz okul doğru okuldur. O okulu bulmanız dileğiyle.


Tuesday, March 31, 2015

Okul Seçimi: Hangi Okul?

Kızım 4 Yaşına girecek. Bu yıl devam ettiğimiz okulu değiştirme kararı aldık. Değiştirme kararından sonra ise kafamızda beliren ve cevabını bir türlü bulamadığımız soru "hangi okul" sorusuydu. Bir sürü okuldan randevu aldık, tanıtım günlerine gittik. Ben bir yandan, babamız bir yandan internetteki yorumlara baktık, tercih edebileceğimiz okulların facebook sayfalarını takibe başladık. Blog'unda bu konuya yer veren bloggerları okuduk ve sonuç "Hala Kararsızız".
 Türkiye'de yaşamak sanırım ailelere şöyle bir kararın sorumluluğunu yüklüyor. Çocuğum yurt dışında mı okusun? yoksa ülkenin eğitim sistemine entegre olmuş bir okulda mı devam etsin?
Bu iki soruyu daha da açarsak Çocuğum yurt dışında mı okusun? sorusu, çocuğuma entelektüel birikimini destekleyecek ödevler verilsin, okulda sosyal kulüplerle zaman geçirsin, istediği sporu yapsın bu spora üniversite sınavlarına hazırlanmak için ara vermesin, ilgi alanına odaklansın, enteletüel olarak beslensin, potansiyelini keşfetsin, ilgi alanına yönelik yaptığı çalışmaları derlesin ve yurt dışındaki üniversitelere bunları sunarak başvursun demeye çıkıyor. Tabii bu çocuğunuza ayıracağınız hatırı sayılır bir finansal kaynakla gerçekleşebiliyor.
Diğer bir soru olarak "çocuğum ülkenin eğitim sistemine entegre olmuş bir okulda mı devam etsin?" derseniz. Bu sorunun açılımı da şu şekilde oluyor çocuğunuz, bir an önce okuma yazmaya odaklanan ve bunun için el ve bilek kaslarını güçlendirecek bir sürü aktivite yaptıran bir okulda başlıyor. Bu okul size diğer okulların imkanını biraz olsun sunuyor ama tabii ki bu tarz okullarda teog başarısı daha sonra da üniversite sınavına odaklanmak ön planda. Bu okullar sunumlarında bu sınavlardaki başarılarını ön plana çıkarıyorlar. Bu tarz okullarda akademik başarı ön planda, çocuğunuz resim yaparken harikalar yaratıyorsa başını okşuyorlar, ama resim yapmak için sınava hazırlanmayı aksatıyorsa önce dersini çalış sonra resmini yaparsın mantığı var. Hatta belki de çok önemsemiyorlar. Kısacası hafta içi sayfalar dolusu ödev arasında boğuşup nefes almaya çalışan çocuk yine sizin çocuğunuz.
Dolayısıyla sizin şimdi 4 yaşında olan çocuğunuzun gelecekte ne olabileceğini biraz olsun kestirmeniz gerekiyor, tabii ki bu imkansız. Çocuğunu akademik başarısı yüksek ve türkiyedeki eğitim sistemine entegre olmuş bir okula verip, bir kaç yıl sonra sosyal yönü güçlü bir çocuğa dönüştüğünde çocuğu o okulda mutsuz etmek çok doğru olmasa gerek. Bunun tam tersi de mümkün,  sosyal faaliyetler ve sporla çok ilgili olmayan ve akademik açıdan güçlü bir çocuğu, öğrencilerini "sosyal kelebekler" olarak tabir eden bir okula göndermek de doğru olmaz.
Kızımın hangi yönünün güçlü olduğunu bilmiyorum, gözlemliyorum ilgi alanlarını bulmaya çalışıyorum. Ama bir anne olarak önümüzde kaskatı bir duvar gibi duran sınav sistemini doğru bulmuyorum. Dünyada öğrenecek,  ve pratikte kullanılabilecek insana ilham verecek, farklı kültürler, farklı yaşantılar, sanat, müzik yada yurt dışında çoktan kanıksanan etkin öğrenme yöntemleri dururken bizim neden böyle bir eğitim sistemi ve müfredata tabi tutulduğumuzun açıklamasını yapamıyorum. Sırf bu Türkiye'nin bir gerçeği diye çocuğumu bu çarkın içine sokmayı da doğru bulmuyorum, eğer bir şey yanlışsa ona dahil olmak yerine alternatif bir yol tercih etmek daha mantıklı eliyor. Tabii bu alternatif eğitimin ülkemizde ne kadar yüksek fiyatlara pazarlandığı da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Umarım herkes kendisi için doğru ve mutlu olduğu bir tercih yapar.
Sevgiler,
Bir Anne

**Bu yazı sadece benim görüşlerimi yansıtır, tavsiye vermek, öneride bulunmak için yazılmamıştır. Eğitim alanında bir profesyonel de değilim, bu bakış açısıyla okumanızı rica ederim.

Thursday, February 12, 2015

Süt Alerjisi Olanlar İçin Kurabiye Tarifi


İçinde Süt, yoğurt veya tereyağ barındırmayan tarif bulmak zor olduğu için, süt ürünlerine alerjisi olan çocuklar için bu tarifi paylaşmak istedim. Ben de internetten yaptığım araştırmaların sonunda bulmuştum. Eğer Kakao kullanmak istemezseniz ceviz yada fındık ekleyerek aynı malzemelerle yine güzel bir kurabiye yapabilirsiniz.

Malzemeler
• 1 Bardak sıvı yağ
• 1 Adet yumurta
• 3 Bardak Un
• 1.5 Yemek kaşığı kakao
• 1 Paket vanilya
• 1 su bardağı nişasta
• 1 su bardağı pudra şekeri


  • Sıvı yağ ve pudra şekerini (kakao karıştırmadan) yoğurma kabının içine koyun karıştırın..
  • Yumurta ve vanilyayı ilave edin ve yeniden karıştırın.
  • 2 bardak unu 1 bardak nişastayı da ekledikten sonra iyice yoğurup ele yapışmayan bir hamur elde edin.
  • Hazırladığınız hamuru ikiye bölün birine kakao ilave edip yoğurun ve kakaolu hamurunuzu da hazırlayın..
  • Hazırladığınız hamurları bir süre dinlendirin..
  • kelebek-kurabiye.jpg (510×337)
  • İki hamur parçasını eşit parçalara bölün..
  • Aynı büyüklükte açın, eşit olmaları için aynı anda araya streç film koyarakda açabilirsiniz..
  • Hamurları birbirinin üzerine koyun ve rulo şekli verin..
  • Ruloları sararken sıkı sarın, boşluk kalması durumunda keserken şekilleri bozulabilir..
  • Daha sonra ruloyu resimde göründüğü gibi ortasından ikiye bölün..
  • Kolay kesebilmek için buzlukta bir süre bekletin..
  • Soğuyup biraz sertleşen hamurları keskin bir bıçak ile kalın olmayacak şekilde dilimleyin.
  • Dilimlenen parçaları tezgâhının üzerinde dizin..
  • kelebekkurabiye.jpg (510×339)
  • Başparmak ve işaret parmağı kullanılmak suretiyle ortalarından sıkın birleştirin..
  • Kelebek şeklini alan kurabiyelerinizi artık pişirebilirsiniz…
  • Yağlı kâğıt serilmiş fırın tepsinize dizin,
  • Önceden ısıttığınız 160 derece ısıdaki fırında üzerleri pembeleşene kadar pişirin.
Afiyet Olsun !!

Wednesday, February 4, 2015

Şiddet Uygulayan Çocuklar

Malum sömestır bende adayı o tiyatro benim bu senin götürüyorum. Bugün gideceğimiz tiyatroyu kaçırdık. E mağdem kaçırdık CKM'ye çok yakın olan göztepe parkına gidelim dedik adayla. Hatta evden çıkarken Ada'nın scooter'ını aldık yanımıza. Ada çok mutluydu scooter'la giderken. Parka gelir gelmez kaydırağa binmek istedi. Hay hay dedik, başladı merdivenleri çıkmaya. Ada emin emin atmayı seviyor adımlarını çok hızlı çıkmıyor o yüzden. Bir çocuk geldi asıldı Ada'nın paltosuna ada sendeledi ama düşmedi. Sonra devam etti merdivenlerden çıkmaya, çocuk ada'nın önüne geçti. Oturdu kaydırağa kaymadı beş dakika boyunca ada çocuğun arkasında kaldı. Kaydırağı da öyle bir yapmışlar ki yetişkin birinin ne çıkmasına imkan var, ne de içerde ne oluyor görebilmenin. Bir dakika içinde bir çocuk çığlığı ve ağlaması duyduk. Ben ilk aymadım Ada'nın sesi olduğuna. Bir baktık ki çocuk sıkıştırmış Ada'yı köşeye yüzünü tırmalıyor boydan boya. Kulağını çekiyor, yumruk atıyor. Ada kıyamet koparıyor ama ne vuruyor ne itiyor çocuğu. Vuran çocuğa şışt yapma etme desek de nafile. En sonunda eşim nasıl olduysa girdi kaydırağın içine, çocuğa bırak napıyorsun diye bağırdı çocukta sonunda korkup bıraktı. Derken annesi geldi bir hışım çocuğu korkmuş bağırmışız çocuğuna özür dilememiz lazımmış. Kadın başladı ağlamaya, çığlık atmaya. Ben ne olduğumu şaşırdım önce dondum kaldım sonra çocuğun anneannesi parkın  içinde dolaşıp eşimin torununu  yumrukladığını söyledi. O an kan beynime sıçradı gerçekten. Ben inanıyorum ki dünyada kötü, şiddet eğilimli, sorumsuz çocuk yok, ama sorumsuz, kötü ve şiddeti destekleyen ebeveynler var. Bir çocuk her şeyi doğru yaptığını düşündüğü annesinin, babasının, anneannesinin birine iftira attığını, yaptığı şiddeti desteklediğini görürse o da bunları yapmaktan çekinmez. İftira atar, yalan söyler, şiddet uygulamaktan çekinmez. O yüzden bir çocuk anne, babasının iyi ve kötü huylarının toplamıdır aslında. Şimdi bakıyorum da nasıl çocuklar yetiştiriyorlar. Herşeyi kendinin sanan, vuran kıran, tehdit eden, çocuklar kötü ebeveynlerin bir yansıması sadece. Gerçekten Ada'ya sen de vur sen de it. Sen de tırmala mı demeliyim bilemiyorum. İnsan çocuğu şiddet gösterdiği için sevinmeli mi yoksa çağımızda? Sanırım bütün değerlerimiz ters yüz olmuş bile, biz de zorba çocuklar mı yetiştirmeliyiz yoksa çocuğumuz ezilmesin diye? Tek dileğim adanın hep doğru insanlarla karşılaşması. 

Monday, February 2, 2015

Çocuklar için Patates Baskı

Doğal malzemeleri kullanmayı seviyorum. Çocukların da doğal yada her zaman kolaylıkla bulunabilecek materyalleri kullanarak bir şeyler yapmaları hem kolayıma geliyor hem de için daha rahat oluyor. Ada ile bugün patatesden baskı yaptık. Nasıl mı? Bir tane küçük patatesi soyduk ve dört eşit parçaya böldük parçalardab herbirini istediğimiz renk boyalara buladık ve kağıda baskı yaptık. Biz karpuz yapmaya çalıştık o yüzden patatesleri ikea'dan taa fi yarihinde aldığım kırmızı boyaya batırdık. Daha sonra da yeşil boyayı sulu boya fırçasıyla patates baskımızın altına sürdük, son olarak da boyamız kuruduktan sonra karpuzlarımıza çekirdek yaptık. İşte bu kadar...



Friday, January 16, 2015

Çocuklar için Bisiklet Seçimi

Soğuk havalarda belki aklımızın köşesinden geçmiyor ama havalar ısınır ısınmaz bisikletler teker teker sokakları doldurmaya başlar. Babam gençliğinde bisiklet sporuyla uğraşmış, amcam da uzun bir süre bisiklet yarışçılığı yaptığından bizim ailede bisiklet önemli bir konumdadır. Ben ortaokul lise yıllarında bisiklete sık sık binmişimdir. Şimdilerde bisikletle aramız oldukça soğumuş da olsa hala bir  heves yine başlasam derim içimden. Ada doğduktan sonra sahil yolunda yürürken bisikletin arkasına çocuğunu, bebeğini oturtmuş bir çok anne gördüm ama yine de bir kaza olur kızımı da düşürürüm diye cesaret edemedim. Ta ki eski evimizin köşesinde bir bisikletçi açana kadar, orda bisikletin arkasına monte edilen römorklardan gördüm, bu şekilde adayla bisiklete binmek gözümü korkutmadı çünkü bu römork bisiklet devrilse bile ters tarafa hareket edip kesinlikle devrilmiyormuş. Soğuk günlerde kullanmak için brandası bile vardı römorkun, biz bisikletle sahil yolunda dolaşırken herkesin dikkatini çekti bu römork, nerden aldığımı, nerden kiraladığımı sormak için durduranlar bile oldu. Benim de çok hoşuma gitmişti bu bisiklet gezintisi, hatta ada da sevmiş olacak ki römorkun içinde uyumuştu. Bir daha fırsat bulup aynı şeyi yapamadık ama bunu denemelerini tüm annelere tavsiye ederim.
Ada şimdi büyüdü belki artık römork ona cazip gelmeyebilir. Artık çoğu konuda bağımsızlığını ilan ettiğinden kendi kendine kullanmak ister diye düşündük. Ne alalım dedik , biraz araştırdık ve sonunda denge bisikleti almaya karar verdik. Denge bisikletlerinin bizim bildiğimiz bisikletler gibi pedalları yok. Bu bisikletlerde çocuğun genel olarak dengede durmayı öğrenmesi hedeflenmiş. O yüzden çocuklar ayaklarıyla bisikleti ilerletmeye daha sonra bisiklet hızını alınca da dengede durmayı öğreniyorlar. Denge bisikletinden diğer bisiklete geçen çocuklar dengede kalmayı çözdüklerinden çok kolay adapte olup klasik bisikleti, arkadan dili dışarda koşan bir anne baba yardımı olmadan öğrenebiliyorlarmış bilginize. Yani denge bisikleti alarak hem çocuğunuza dengede durmayı öğretmiş oluyorsunuz hemde kan ter içinde, diliniz dışarda bisiklet peşinden koşmuyorsunuz. Denilenler doğruysa ylıln icadı olmaya aday bence...


Denge Bisikleti

Sunday, January 11, 2015

Kış Günleri için Ev Aktiviteleri

Kış kapıya dayandı, daha karın tanesini görmeden okulları tatil olan çocuklar, evde ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Gerçi şaşıran çocuklar değil, onları nasıl oyalayacağını bilemeyen bizler, yani anneler. Ada'yı yuvaya kayıt ettirdiğimizden beri düşünüyorum da, yuvaya gittiği gün sayısı gitmediği günden daha azdır kesin. Christmas tatili, ardından gelen yılbaşı tatili, tatil bitti  hadi bu sefer bronşit oldu derken Ada neredeyse 1,5 aydır okula gitmedi. Bu uzun süre boyunca evde verimli zaman geçirmek, el becerilerini geliştirmek uğruna saçını süpürge eden bendenizden aktivite önerileri. İşte bol bol yaptığımız aktiviteler;
 
 Parmak Boyama Aktivitesi:
 
Her renk boya olabilir, tek dikkat edilecek nokta, sağlığa zararlı maddeler içermemesi. Bir de her ihtimale karşı boyayı yalayıp, yemeğe çalışan çocuklara karşı dikkatli olunmalı.
Gerisi çocuğun yaratıcılığına kalmış.
Not: Boyama aktivitelerinde önemli olan çocuğunuza sınırları çizilmiş baskı resimleri olan boyama kitapları vermek yerine boş bir sayfa verip gerisini çocuğun yaratıcılığına bırakmaktır. Motto her zaman "Dolu bir sayfa yaratıcılığı öldürebilir, ama boş bir sayfa ilham verir" olmalıdır..
 
Kilden Tasarımlar:
 
Kil doğal bir malzeme ve duyusal anlamda çocuk için daha yararlı olduğunu düşündüğümden  kili oyun hamuruna tercih ediyorum. Tabii karar sizin, bence kil oyun hamuruna göre daha sert ve parmak kaslarının gelişimi için daha iyi bir materyal. Biz Creall  marka kilin "terra" rengini kullandık ama bu markanın çeşitli renkleri mevcut, ortaya çıkan çalışmamız bu şekilde. Evdeki ıvır zıvırdan kil üstüne baskı yaptık, ama önce Ada elindeki kili aldı yoğurdu, yuvarladı, sonra oklavayla açtı, kili bir bardak yardımıyla keserek yuvarlak kesitler çıkardık ve evdeki ıvır zıvırları kullanarak baskı yaptık. 
Sonra ada özgün çalışmalarını sergiledi ve çalışmasına "Sivilceli Canavar" ismini verdi.
Sivilceli Canavar

Evdeki ıvır zıvırlardan Kil Üzerine Baskı
" Çatal Baskısıyla Güneş"

Kağıt Tabaktan mucizeler Yaratma:
 
Ada doğmadan önce önüme koyduklarında özensizlik ve tüketim toplumunun bir simgesi olarak gördüğüm o plastik veya kağıt tabaklar nelere kadirmiş meğer, meğer o tabaklarla sabrının taşma sınırındaki bir anne çocuğunu güzel güzel aktivitelerle oyalayabilirmiş. O tabaklar yeri gelince bir akvaryum, yeri gelince kral tacı olabiliyormuş anne olunca öğrendim. İşte tasarımlarımız. Kolay gelsin dileklerimle...
 

Renk Eşleştirme Aktivitesi - Montessori

Aylar önce Ada ile renk eşleştirme aktivitesi yapmak için aldığım tahta mandalları sonunda kullanabildik. Ada beklediğimden daha çok ilgi gösterdi bu aktiviteye. Önce tahta mandallarımızı önümüze koyduk, sonra rengarenk keçeli kalemlerle boyadık herbirini.  Sonra teker teker tenklerini söyledik , ( Ada moru tanıyor ama gösterdiğimde hep karıştırıyor. )
Daha  sonra Ada mandalları masada alt alta dizdi.  Mandalların karşılarına  mandalla aynı  renkteki keçeli kalemi koymasını istedim.  Gayet başarılı bir şekilde bunu da yaptı. Daha sonra evde bulduğum kağıt tabağa istediğim  renkte mandalları takmasını istedim. Rengi başarıyla seçti,  ama mandalı kağıt tabağa takarken biraz zorlandı. Mandalları açmak zor geldi belki el kasları o kadar kuvvetli değil yada bizimki tembel. Sonuç olarak renk eşleştirme de sorun yaşamadık ama mandal takmak zor geldi bizimkisine.  Pes etmedim, devam edeceğim bu aktiviteye.
Yardımcı olur diye, fotoğraflarını da ekliyorum.



Thursday, January 8, 2015

İngilizce Çocuk Şarkıları

Kızımın yuvasında öğrendikleri şarkıları paylaşmak istedim. Ada hepsini evde severek söylüyor.


Song and Video Links 3 years Olds


Do You Like Broccoli Ice Cream? | Super Simple Songs – YouTube


Apples & Bananas - English Nursery Rhymes HD – YouTube


Do You Like Pizza? - Learn English for Kids Song by Little Fox


The Very Hungry Caterpillar – YouTube


Muffin Songs - The Finger Family (Daddy Finger) - Original ...: youtube.com

Wake Up! Daily Routines Song for Kids - YouTube


BABY SHARK SONG - The Learning Station: youtube.com

Head Shoulders Knees & Toes (Sing It): youtube.com

Five Little Monkeys | Super Simple Songs: youtube.com





Wednesday, January 7, 2015

Alternatif Okullar ve Waldorf Metodu

      Eğitim sisteminin tek düze olması, farklı yetenek ve potansiyelde herkesi aynı kılıfa sokması artık anne babaları alternatif eğitim veren okullara yönlendiriyor. Türkiye'de de azınlık da olsa alternatif okullar açılmaya başladı bu okullar yurtdışında uygulanan yöntemleri ülkemizde uyguluyorlar. Waldorf ve Reggio Emillia ülkemizde alternatif olarak sunulan eğitim sistemlerinden popüler olan iki tanesi.
      Waldorf metodu hakkında geçenlerde okuduğum bir kitap beni oldukça etkiledi. Waldorf aslında her şeyin doğal, içgüdüsel seyrinden ilerlemesinden yana. Çocuk oyuncaklarının doğal malzemelerden olması (ahşap, ipek, pamuk gibi), çocukların rutin ev işlerinde yer alması Waldorf metodunun bir parçası. Okuduğum kitabın adı "Waldorf Yöntemiyle" çocuğumu büyütüyorum, kitap kaktüs yayınlarının, yazarı ise Barbara J. Patterson. Kitapta ilgimi çeken ve metodu genel olarak özetleyen satırbaşlarını paylaşmak istedim.

*Kitabın giriş kısmında Rudolf Steiner'e göre ilk yedi yılda çocukların duyularıyla edindikleri izlenimlerin, yaşam enerjisini, dolayısıyla da bedensel gelişimlerini ve organlarının düzenli olarak işlevlerini yerine getirme yeteneğini etkilediği vurgulanıyor.

*Duyuların sağlıklı gelişimi için evde ritmik bir düzen oluşturulması, iyi beslenme, şekerlemelerin sınırlı tüketimi, yeterli dinlenme, hava şartlarına uygun kıyafetler, gürültülü alışveriş merkezlerinden uzak durma, medya bombardmanından korunmak gereklidir.

*Taklit dil gelişimine büyük destek sağlar. Çocuklarımızın yanında güzel konuşursak onlar da ilerde güzel konuşurlar.

*Waldorf metodunda çocukların vücut ısılarını korumaları çok önemli, çünkü eğer bunu kendi enerjilerini kullanıp sağlarlarsa, bedenini geliştirmek için sınırlı bir güce sahip olurlar. Hatta avrupada içinde (İngilizce olarak)"R" harfi barındıran aylarda  ( september, october, november, december, january, february, march, april) çocukların yün çoraplar ve kalın külotlu taytlar giymesi gerektiği kanısı yaygınmış.

*Waldorf yöntemine göre yütüteç ve hoppala kullanmak doğru değildir,  çünkü yürüteç kullanarak bir çocuğu bu tür pozisyonlara erkenden yönlendirmek gelişimini henüz tamamlamamış eklem ve kasları zorlar ve buna ek olarak hareket duyusunun gelişimini tehlikeye atar. Çünkü yürütecin çocuğun vücuduna söz konusu hareketleri aslında yapabileceği mesajı verdiği ama gerçekte çocuğun bu hareketi yürüteç olmadan yapamadığı için duyu gelişiminin tamamlanmasını tehlikeye atar. Denge duyusunu sağlıklı olarak geliştirmek için çocukluk döneminde önerilen aktiviteler ip atlama, denge tahtasının üzerinde yürüme gibi faaliyetlerdir.

*Eğer çocuğunuz bir şeyi tek başına yapamıyorsa o zaman ya henüz çok erkendir yada seçilen aktivite doğru değildir.

*Televizyon seyretmek çocukların dile karşı oldukça hassas oldukları bir dönemde, beyinlerinin sözel bölümün gelişimini geciktirerek dile olan ilgilerini köreltebilir. Televizyonun çocuğu pasif hale getirir, tepkisizleştirir.

*Çocuk odalarında rengarenk posterlerin ve kağıtların asılı olması görsel kirlik yaratır ve odaklanma sorunu oluşturur

*Annenin yada çocuğa bakan herhangi bir kişinin bebeği kucaklaması çocukların başkalarının yanında kendini rahat hissetmesini sağlar, dokunma sayesinde karşısındaki kişinin kim olduğunu gösteren bu duyguyu geliştirerek onun benliğine duyarlı hale gelir.

*Çocuğun önünde yapılan herşey onu derinden etkiler, azarlamak tehdit etmek veya bağırmak çocuk disiplininde etkili değildir. Bu gibi yaklaşımlar çocukların ileriki yaşamlarında olaylarla baş edebilme becerilerini zayıflatır.

*Çocukları eleştirmenin, azarlamanın, küçük düşürmenin hiçbir yararı yoktur. Eğer sürekli bu şekilde davranırsak bizi ya pasif bir şekilde devre dışı bırakırlar yada bize karşı saldırgan bir tavır takınırlar.

*Çocuklara çok sayıda seçenek sunmak, uzun vadede çocukları bencilleştirir. Ben odaklı çocuklar başkalarını gereksinimlerine aldırmazlar. Gelecekte sorumluluklarını yerine getirmezler ve mutsuz bireyler olurlar. Ne fazla otoriter ne de aşırı hoşgörülü yaklaşım etkilidir. Sihirli kelime "Yapabilirsin" olmalıdır.

Kitapta seçenek sunmakla ilgili çok spesifik bir örnek vardı. Çocuğun tepkisi dışında bizimde sık sık yaşadığımız bir konu olduğu için paylaşmak istedim.

"Bir anne kızını bir sonbahar günü okula yetiştirmek için hazırlıyormuş, yemek, okul çantası hazırlığı derken evde bir karmaşa hali varmış ve bu sırada okula geç kalınacağı kıza sürekli hatırlatılıyormuş. Hava çok soğuk olduğundan annesi küçük kıza kar pantolonu giydirmek istemiş ama kız giymemekte inat ediyormuş, annesi sonunda zaman baskısından da bunalarak pes etmiş ama yanına da her ihtimale karşı kar pantolonunu almış.
Okula giderlerken  annesi bir süre sonra arka koltukta oturan kızın ağladığını farketmiş.
Neden ağladığını sormuş. Küçük kız da üşüdüğünü söylemiş. Annesi bunun üzerine havanın soğuk olduğu için kar pantolonunu giymen gerektiğini söylemiştim ama sen beni dinlemedin demiş. Kız bunun üzerine " ama sen benim annemsin, benim için neyin iyi olduğunu bilmelisin demiş"

Bir çocuk anne babasının öğretmenlerinin, bakıcısının kendi için en iyi olanı bildiğini anlarsa kendini gerçek anlamda güvende hisseder.