Followers

Wednesday, February 16, 2022

Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...




Ne kadar olmuş yazmayalı, günümüzün giderek görsel odaklı olan dünyasında insanın kendini, harfleri yan yana koyarak resmetmesi çok zor. Hele ki dudakların bizi ekrandan öpecekmiş gibi uzanıp büzüldüğü, çeşitli filtrelerle kusursuzlaşan onca fotoğrafın arasından, uzun bir yazının okunma ihtimali nedir ki? Aslında 0'a yakın. Son zamanlarda sıklıkla kendimi Gülten Akın 'ın o ünlü mısrasında buluyorum "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya, kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar". Hayatta karşınıza çıkan insanların bir kısmı sizin söylemeyi, yapmayı kabalık olarak gördüğünüz şeyleri yapmayı hayat motto'su olarak kabul etmiş oluyor maalesef. Trafikte önünüzden 5 araba geçtiği halde hala size yol verilmesini bekliyorsanız, metrodan yada bir restorandan siz çıkarken, içeri girmek için sizi iten insanlara gıcık oluyorsanız, samimiyetinizin sadece bir selamdan ibaret olduğu insanlar yan yana durduğunuzda sordukları sorularla aile bütçesini hesaplamayı kendilerine iş edindiğinde sıkılgan bir gülümseme ile karşılık veriyorsanız kulübe hoşgeldiniz. Siz çocuğunuza başkalarının hakkına saygı duymayı öğretirken, başkaları oyunda hile yapmayı anlatacaktır, siz çocuğunuza, emek veren insanlara teşekkür etmeyi öğretirken diğerleri üstünlük kurmayı anlatacaktır. Aynı Gülten Akın'ın mısralarında anlattığı gibi sen iğneyle işlerken bir şeyleri onlar kalın fırçalarıyla boyayacaklar daha hızlı, daha görülebilir, daha çok olacaklar. Olsun yine de bir gün incelik kazanacak..

Hadi biraz nostaljik olsa da bu şarkı incelikten kırılacak olanlara gelsin :)

Friday, February 11, 2022

Anneannem

 Çocukluk, yetişkinlerin sığınağıdır denir hep. Tabii bu sığınağa güzel bir çocukluk geçirmişseniz dönmek istersiniz. Bazı insanların çocukluğu uzun sürer. Düşünüyorum da sanki benim de öyle. Çocuklar yaşını büyütmek ister ya küçükken, ben de isterdim. "Kaç yaşındasın?" diye soranlara buçuğunu bile hesaba katıp söylerdim "sekizbuçuk" derdim mesela. Yaşımı büyütmek istesem de  ruhum uzun süre çocuk kaldı. Anneannemin gıdısına burnumu yapıştırarak koklayarak öpmeyi çok severdim, yaşlılıktan incecikti teni, "ay yapma" diye kızardı güya, sonra gülerdi. Okuldan sonra onu ziyarete gittiğimde tereyağlı reçelli ekmek yapardı, tadı enfes bir şeydi. Televizyonun karşısına geçip afiyetle yerdim. Anneannem uzandığım alçak koltuğa otururdu sohbet edelim diye, kalkarken de tek hamlede kalkamazdı ben de kalçasından ittirirdim bir an evvel kalksın diye "Dur, ben genç kız mıyım? hemen kalkamam koltuk alçak" diye söylenirdi. Dedem işten eve gelmeden önce kasetçalara Tango kasetleri koyup dans ederdik birlikte, bazen de ince sesiyle eşlik ederdi şarkılara. Özellikle "Mazi Kalbimde Bir Yaradır" şarkısını çok severdi. Huyu teni gibi yumuşacıktı anneannemin, ruhu ise hep telaşlı ve temkinli. Yağmur yağsa sel basacak, rüzgar esse tufan olacak gibi korkardı. Sarı renkli alüminyum kutuda sakladığı ve her daim yanında taşıdığı kremi gibi kokardı. Yasemin gibi bir kokuydu sanki, tüm beyaz çiçekleri çağrıştırırdı. O koku odasında duran konsolun ilk çekmecesinde uzun süre saklı kaldı, anneannemi kaybettikten sonra bile uzun süre burnuma çalındı o koku. Saçları çok seyrekti, hiç o kadar seyrek saçlı kadın görmemiştim ama yine de saçlarını itinayla tarar, bir kaç bigudi veya firkete sarıp öyle yatardı. Anneannemi bigudili görmek çok komik gelirdi bana küçükken. Bazen benim kakülüme de bir bigudi sarardı, sabah saçımı kabarmış görünce çok şaşırırdım. Tırnaklarına beyaz yada uçuk pembe sedef renginde oje sürerdi. Sabah yataktan kalkarken ayaklarıyla havada bisiklet çevirirdi. "Kültür, fizik yapıyorum sen karışma" derdi. Gülmekten katılırdım. Sabah kalkar kalkmaz üstünde hiç pijama yada gecelikle kalmaz. Giyinir, o meşhur bigudilerini açar, saçlarını tarar kahvaltıya öyle otururdu. 

Biz Marmaris'teyken doğum günüme illa ki anneannem de gelsin isterdim, bazen İstanbul'dan tam doğum günümde gelemezdi, yetişemezdi. Doğum günüm olmasa da mutlaka anneannem geldiği zaman da pasta alın diye tutturur, onunla da doğum günümü kutlamak isterdim. Hatta onun olduğu doğum günümü esas doğum günüm sayardım. Bu vesile ile de yılda iki tane doğum günüm olurdu. Döndüğünde telefonda konuşurduk. Hep sorardım "Bir daha ne zaman geleceksin diye, kaç gün kaldı gelmene?" " Kaç gün kaldı?" Ertesi gün arardık "Kaç gün kaldı gelmene?" bıkmadan sorardım. Çocuktum.

Bir keresinde sömestr tatilinde beni Fenerbahçe'deki (şimdi yerinde yeller esen) Piramit'e götürmüştü. Üst katında oyun oynayarak bilet toplanan, bin türlü elektronik oyuncağın olduğu "Funcity" tarzında bir oyun merkezi vardı. Bir makina seçtik, oyunda timsahlar yuvalarından çıkıyor ben de elimdeki tokmakla timsahlara vuruyorum. Timsahlar hızlandı bir, iki ,üç derken hepsi girip çıkmaya başladı artık ben elimdeki tokmakla yetişemiyordum. Baktım anneannem o meşhur yumruğuyla yetişti imdadıma, yumruğunu plastik timsahların üstüne düşman askeriymişçesine ardı ardına indirdi. Tabii iki kafadar voleyi vurup, epey bir bilet topladık. O canhıraş savunmayla,  topladığımız biletlere karşı oyun merkezinden bir tane balon verdiler.  İkimiz de balonu alıp hüsrana uğramış bir şekilde tıpış tıpış eve döndük. Ertesi gün anneannemin elinin yanının mosmor olduğunu gördüm. "Anneanne elin mosmor olmuş" deyince. "Yaşlılıktandır" dedi.  Bir önceki gün timsahlarla yumruk yumruğa savaştığını hatırlattığımda ise ikimiz de gülmekten yerlere yattık sonra da bu anı bizi hep güldürdü. 

 Anneannem canım bir şeye sıkıldığında, yanıma gelip sırtımı uzun uzun sıvazlar, "bu insana çok iyi gelir. Şimdi bir şeyin kalmaz" derdi. Bazen pişti, bazen tavla, bazen de balık oynardık anneannemle. Zarı atıp puzzle gibi ayrı ayrı parçaları olan balığı birleştirmekti oyunun amacı. Hep ilk balığı o birleştirirdi. "Hadi ben ısgaraya attım balığı" derdi. "ızgaraya" hep "ısgara" derdi ben de öyle demesini çok severdim hiç düzeltmezdim. Bir de "İstanbul'a" "Istanbul" derdi... Pür dikkat televizyondaki yarışmayı izlerken televizyon karlanınca, soğan cücüğünü çıkarırcasına yumruğunu indirirdi televizyonun tepesine. O mucizevi yumrukla görüntü eski netliğine kavuşurdu birden. Hissederdi bir de, canımın sıkıldığını hissederdi. Bir kere yazlıktan erken dönmüştüm. Tek Başıma evde kalırım demiştim , hiç de sevmem aslında yalnız kalmayı. Tam sıkıldığım sırada bir baktım ki anneannem gelmiş, ne sevinmiştim. "hadi bize gidiyoruz" dedi. Taksi çevirdik evin önünden. Daha yüz metre gittik gitmedik ki taksici sokağa saparken duran arabaya olanca hızıyla çarptı. Ben koltuktan kaydım bacağım ön koltuğun altına girdi bir baktım anneannem yok yanımda. Çok korktum, anneannem camdan fırladı sandım Halbuki nasıl fırlasın kocaman kadın. O zaman çok korkmuştum ya anneannem ölürse diye..Yıllar geçti,ben büyüdüm Üniversiteye gidecektim Ankara'ya hiç istemedi. "Uzağa çocuk gönderilir mi?" dedi. Gittim Ankara'ya.  Arardım onu , o da beni arardı.  Yurttan bile arardı konuşurduk. Sonra hastalandı. Son telefon konuşmamızı hatırlıyorum. Mezun olacağım seneydi. "Az kaldı" dedim. "Ne kadar?"dedi Bu defa o sormuştu çocuk gibi "Kaç gün kaldı gelmene?" "İki ay kaldı, bitti artık sonra hep İstanbul'dayım."dedim. "Ooo, çokmuş, epey varmış, göremem ben herhalde" dedi. Hiç ihtimal bile vermedim bu dediğine, geçiştirdim. İnanmadım. Hiç inanmadım. Göremedi gerçekten. İki ay çokmuş Anneanneme. Telefon konuşmamızdan sonra kısa bir tatilde yanına gittim. Hastanedeydi. Sürekli kalmadım yanında, onu öyle hatırlamak istemediğimden belki de. Sadece bir gece kaldım. "Seni çok seviyorum."dedim. "Anlıyorsan sık elimi" dedim. Sıktı. Hiç dönmek istemedim Ankara'ya. "İyileşiyor anneannen, durumu çok iyi."dediler. İnandım. Hemen inandım. Meğer kaybetmişiz, söylememişler. Çok sonra tesadüfen biri "Başın sağolsun anneanneni kaybetmişsin" diye kaçırdı ağzından. Ben yine inanmadım. Çocuk gibi " Siz yanlış biliyorsunuz hastanede ama iyileşiyor" dedim. Sonra, sonra düşündükçe anladım ki iki ay çokmuş. O çocuklaşmış, ben büyümüşüm. 

Doğru Okulu Seçmek..

     Uzun süredir yazmıyordum. Artık kızım 5. sınıfta. Kendimi veli olarak daha bir kıdemli hissediyorum sonuçta ortaokullu olduk. Okulların kayıt kabul ve bursluluk sınavları başladı hatta şu günlerde bitti bitiyor bile. Sosyal medyada bazı gruplarda okul öncesi ve ilkokul döneminde  yaşadığımız olumsuz İTÜ deneyimimizden bahsetmiştim ve okul seçimlerinin yapıldğı bu ara bir çok kişi bana sosyal medyadan ulaşmaya çalıştı. Tabii öğrenmek istedikleri nasıl bir olumsuzluk yaşadığımızdı. Her gelen soruyu da elimden geldiğince yanıtlamaya çalıştım. Çünkü maddi manevi bir çok fedakarlıkla eğitim gören çocuklarımızın yanlış ellerde değerlendirilmesi, o kadar emek ve para döküp sonunda keşke demek çok acı... Evet ben bir veli olarak İTÜ Natuk Birkan İlkokulundan hiç memnun kalmadım ama aynı süreçte başka şubelerde çok memnun olan veliler de olabilir tabii.  Özetle tek söyleyeceğim eğer bir okulu ziyaret ettiğinizde içinize sinmeyen bir şeyler hissederseniz oradan kaçarak uzaklaşın. Çünkü o içine sinmeme hissi siz okulla haşır neşir oldukça daha da artıyor. Sinek küçük ama mide bulandırır sözü okul seçiminde cuk diye yerine oturuyor. Daha önce de sıkıntıları yazmıştım artık tekrarlamayacağım ama her veliye aynı uzaklıkta olmayan bir okul olması, özel okulda yönetime yakın velilerin sınıf öğretmenini seçebiliyor olması, diğerlerinin ise iki katı ücret ödeyip İTÜ'lü velilere sunulan olanaklara ciğercinin kedisi gibi bakması, 3 yılda 3 öğretmen değiştirmemiz, yönetim kadrosunun sürekli değişmesi, göklere çıkardıkları akademik başarının sadece velilerin aşırı çabasıyla gerçekleşmesi ve geri kalan her şeyin sönük bir balon olması diyebiliriz. Ne yazık ki ilkokul öğretmenin dediğimde kızım hangisi diyor? Bağ kurduğu maalesef tek bir öğretmeni olabildi o da yönetimle anlaşamayıp istifasını verip gitti. 4. sınıfta istemeyerek de olsa okul değiştirmenin en doğrusu olduğuna karar verdik ve Bilfen'i seçtik. Hatta sırf okul için taşındık, yaka değiştirdik bildiğiniz Avrupa'dan Asya'ya göç ettik :) Sonunda memnunuz. Evet duyduğum tüm hikayelere rağmen memnunum. Neden? Aslında 1. sınıfa başlarken Ada'yı Bilfen'in değerlendirmesine sokmuştum geçti ama eşim "çok baskıcı, çok ağır bir okul" dedi. Ada'ya uygun olur mu diye çok da karar veremedik. O kadar çok şey duyduk ki arafta kaldık. Duyduklarımız gözümüzü korkuttu diyebilirim. Ama görüşmede doğru yerdeyiz hissini almıştım, sorduğum milyon tane soruya çat çat direkt cevap verilmişti. İçime çok sinmişti ama dediğim gibi duyduğumuz yorumlardan etkilendik o zaman Bilfen'i eledik gittik İTÜ'yü seçtik. 

    Sonra ne mi oldu?  Okul seçimimizi yanlış yaptığımız için evde sürekli desteklememiz gerekti, evde hem anne hem öğretmen moduna geçtik, çatışmalarımız arttı. Her yıl öğretmen değişti, bu değişiklikleri yönetim bize sonraki yıl okul açılmadan 1-2 hafta önce haber verdi kısacası kayıt yeniledikten sonra öğrendik. Ada konservatuvar keman bölümünü kazandı ama okulun bunda hiç bir katkısı olmadı. Hatta konservatuvar dersiyle okul saatinin çakıştığı nadir günler için okula  konservatuvarın resmi bir kurum olduğunu kanıtlamam gerekti. Okulda enstrüman seçecekleri yıl, Ada keman çaldığı halde Ada'yı hiç bir enstrümana seçmeyip koroya seçtiler mesela. Her yıl öğretmen değiştirdik. Sınıfta panoya asılması gereken çalışmaları çok defa okul dolabında buldum. Ada öğretmene vermemiş, öğretmen bunu hiç fark etmemiş, kontrol etmemiş.  Okulda kitap fuarı açıldığında ders saatinde ziyaret ettiler 8 yaşındaki çocuk, üstünde 14 yaş üstü yazan "Sarmaşığın Gazabı" kitabı ile eve geldi mesela yine hiç kontrol edilmemiş. Online eğitime geçince bir süre EBA'dan devam edildi sonra yarım günden bozma bir program yapıldı ders sayısı neredeyse yarıya indi.

 Öğretmene sınavda hangi soruyu yanlış yapmış dediğimde, sınav kağıdını göremezsiniz demeler,  Her yıl içeriği hiç değişmeyen eziyet gösteriler, çocuk repliğini unutacak diye stres olmamız. Hatta bu gösterilerin birinde, okulun en ön sırayı protokole ayırdığından habersiz bir dedenin, torununu izlemek için  en ön sıraya oturması ve aynı anda kıyamet kopması. Adamcağız oturmakta direnince, okul müdürümüzün adamcağızın önüne plastik sandalye dizdirmesi falan. Maalesef "keşke" dediğim bir okul İTÜ "keşke seçmeseydik"

Bilfen Ada'ya uygun olmaz diye çok korktum. Olmazsa alırız diye düşünerek kayıt yaptırdım diyebilirim. Bize iyi geldi Bilfen, düzenli, oturmuş, planlı, ne zaman ne yapacağını bilen bir okul. Ders çalıştırmıyorum, okuldan eksiksiz geliyor, sınavlar kazanımları ölçüyor konu konu geri bildirimleri görebiliyoruz. Evde öğretmenlik yapmaya gerek kalmıyor. Evet ağır bir okul, evet rekabetçi, sürekli sınav oluyorlar, hazır olmaları, çalışmaları gerekiyor, kesinlikle yoruluyor. Tekrar yapmanın önemini anladı, çalışmak için motive oldu. Okulda keman çalıyor, hatta tenefüslerde, özel günlerde  çalmasını istiyorlar çok hoşuna gidiyor. Hangi alanda iyiyse o alanda destekleniyor. O mutlu biz mutluyuz. Umarım böyle devam eder.


Saturday, May 30, 2020

İlkokul Anısı Vol2

İnsanlar ne kadar zaman geçerse geçsin ilkokul öğretmenlerini hatırlarlar. İster iyi, ister kötü olsun ama hatırlarlar. Eğer öğretmen olsaydım hiç düşünmeden ilkokul öğretmeni olmak isterdim. Bir çocuğun iç dünyasını görebilmek, kişiliğinin hamuruna ilk dokunan olmak, masumiyeti paylaşmak, ve hep hatırlanacak olmak sınıf öğretmenliğini çok özel yapıyor.
Benim öğretmenime gelecek olursak o dönemde annemin aldığı"aman çok iyi öğretmen onun sınıfına yazdırın" tavsiyeleriyle rica minnet sınıfına kaydolduğum bir öğretmendi. Bazen çok şevkatli bazen de çok sinirliydi. Sınıfımız şimdiki sınıflar gibi az mevcutlu değil tam 66 kişiydi.
Öğretmenimden çok çekindiğimi hatırlıyorum. Solak olduğum halde sıranın sol tarafına geçmek için izin almam neredeyse 1 ayımı alırdı. Hele ödevi yapmadan okula gitmek, kirli önlükle okula gelmek, kitabını defterini evde unutmak ölümdü. En kötüsü de tahtaya kalkıp bir soruyu çözememek. Bir gün bizim öğretmen biraz burnundan soluyarak girmişti sınıfa, ders matematik. Ben de matematiğe biraz mesafeliyim. 4 işlem tamam ama problemler biraz korkutucu. Kaçıncı sınıftayım hatırlamıyorum. O gün öğretmenim başlıyor problemleri beyaz tebeşirle tahtaya yazmaya. Yazarken tebeşirin çıkardığı sesten keyfi yerinde mi, sinirli mi anlıyorum. O gün de dediğim gibi sinirli biraz. Tüm tahta matematik problemleriyle doluyor. Öğretmenim parmağıyla kimi işaret ederse o tahtaya kalkıyor. Bütün sorular çözülüyor geriye bir soru kalıyor. Son soru. Tahtaya kalkma ihtimalim azaldı diye rahatlamışım. Göz göze gelmemeye çalışıyorum ki öğretmen beni tahtaya kaldırmasın. O gün de aksi gibi en ön sırada oturuyorum.
O sırada bir arkadaşımın adını söylüyor "oh kurtuldum" diyorum içimden ama olmuyor. Arkadaşım soruyu çözemiyor. Öğretmen biraz daha sinirleniyor. Sonra başka birini çağırıyor. O da çözemiyor soruyu. Sonra başkası, başkası derken öğretmenimin sinir katsayısı her çözemeyen öğrenciyle biraz daha artıyor. Son çağırdığı çocuğun ensesine bir tane patlatıp "otur yerine" diye bağırıyor. İyice korkuyorum.Bu kez  işaret parmağını uzatıp beni çağırıyor. Kalkıp gidiyorum tahtanın başına.
"Soruyu oku ama dikkatli ol"diyor bana. Okuyorum 5 kardeş cevizleri 3 er dağıtırlarsa 1, 2 şer dağıtırlasa 6 ceviz artıyor. Kaç ceviz var? türünde bir soru. Yok yapamıyorum soruyu, öğretmenim
"bak bir daha anlatıyorum diyor, 5 kardeş" derken de tebeşire bulanmış parmaklarını iyice açıyor. 
"3'er dağıtırlarsa".Gözüm öğretmenimin kaskatı açılmış 5 parmağında hiç bir çözüm gelmiyor aklıma. "Bir kere daha oku" diyor. Yok yapamıyorum. "Yapamıyorum" diyorum öğretmenime. İyice sinirlenip bağırıyor. Bağırırken de suratıma beş kardeş diye tokadı basıyor. Kıpkırmızı olup yerime oturuyorum için için başlıyorum ağlamaya, hayatımın ilk tokadı. Bağırmaya devam ediyor "Ben izin verdim de mi yerine oturuyorsun"diyor bana. 
Sonra bizim sınıfın en çalışkanını çağırıyor tahtaya. "Neyse diyorum soruyu çözer bu kesin"
O sırada her hafta sınıf listesinden sırayla bir kişinin getirdiği o hafta da getirme sırasının bende olduğu kolonyayı öğretmene vermeye unuttuğum geliyor aklıma. Neyse diyorum yarın veririm.
Bizim sınıfın en çalışkanı tahtada soğuk terler döküyor. O da yanlış çözüyor soruyu. Bu defa bizim öğretmen iyice hiddetleniyor. Bütün çözemeyenlere örnek olsun diye çıkarttığı öğrenci de çuvallıyor bizim gibi. Bas bas bağırıyor kıza. Benim kafam yerde, bağrışma devam ettiğinden kafamı kaldırmıyorum. Yediğim tokat acayip gücüme gitmiş. Derken ayaklarıma kadar sarı bir sıvı gelmeye başlıyor. Çantamdaki kolonya şişesi kırıldı sanıyorum. Kalbim küt küt atıyor. Daha ileri bakınca korkudan tahtaya kalkan kızın korkudan altına çişini yaptığını fark ediyorum. Ayakkabıları çorapları sırılsıklam. Bir kısım da yerde birikmiş, ayakkabıma kadar geliyor çiş. Kızcağız apar topar çıkıyor sınıftan dışarı.  İlkokul deyince yıllar geçse de hep gözümde bu kare. Yıllar geçti ben iktisat bölümünü bitirdim, tahtada altına kaçıran o kız ise Harvard'da öğretim görevlisi. Bazen ilkokulda kendimi de onu da böyle hatırladığım için üzülürüm.  O yüzden diyeceğim o ki aman çocuk kalbi kırmayın..

Prayers on the First Day of School - Mike Verway - Medium

Sosyal Değil, Fiziksel Mesafedir O

Corona dünya gündemine oturduğundan beri, Türkiye'de "sosyal mesafe" lafı aldı başını gitti. Tüm uzmanlar "Sosyal mesafeyi koruyalım" derken, geçenlerde biri "Bu bahsedilen sosyal mesafe değil, fiziksel mesafe" dedi. Sonuna kadar katılıyorum.Çünkü konu sosyal mesafe olsaydı kısa zamanda ülke olarak helvamızı kavururlardı diye düşünüyorum.
Millet olarak sosyal mesafe kavramı bize çok uzak bir kavram. Çünkü biz karşımızdakine her soruyu soruyor,içimizde coşan seller gibi akan merak duygumuzu asla dizginlemiyoruz.
 Sosyal mesafeyi sıfıra indiren sorular karşısında 35 yaşında bir kadın olarak hala ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu sorular karşısında içimden karşımdakine iki çift laf edip kendine getirmek gelse de karşımdakinin kalbini kırmak endişesiyle yapamıyor, sadece içten içe sinir olduğumla kalıyorum.Sizi dumura uğratan ama karşınızdaki kişinin hiç çekinmeden sorabildiği sorular maalesef hayatınızın her döneminde karşınıza çıkıyor.
 Mesela erkek çocuklarına adını sorduktan sonra sorulabilen "Sünnet oldun mu ?" sorusu. Delikanlılık döneminde " kız arkadaşın var mı?" şeklinde evrilebiliyor.
Toplumca belirlenen evlenme yaşı gelmiş olan kızlara bayram günlerinde topluluk önünde "birileri var mı?"diye sormak, Yeni evlenene "Çocuk ne zaman?"diye sorulması ya o çiftin çocuğu olmuyorsa yada  her hangi bir nedenden dolayı düşünmüyorlarsa, hadi çocuğu yaptın "2. Ne zaman?" gibi sorulan sorular hoşa gitmese de artık kanıksanmış olan sosyal mesafe zedeleyici sorular arasında yerini alıyor.
 Sosyal mesafeyi sıfıra indiren soruların bir başka versiyonu da aile bütçesini çıkarmaya hevesli meraklı tiplerden geliyor örneğin panjuru tamir etmek için çağırdığınız usta "Ev sizin mi, kira mı?" sorularıyla menkul değerlerimizi hesaplayıp" yakıt ne kadar geliyor bu eve?" diye devam edip gider kalemlerinizi bir bir sorabilir "Abi ne iş yapıyor?" "Yenge sen çalışıyor musun?"diyerek gelirinizi de hesapladıktan sonra net hesap dökümünü çıkarak size uygun gördüğü bir panjur tamir hizmetini
sıkıştırabilir. 
Yeni açtığınız işletmeye gelen bir müşterinin dükkanın kirasını sorup maliyetinizi çıkarıp karınızı hesaplaması an meselesidir. Evinize gelen usta da,dükkanınıza gelen müşteri de fahri bir vergi memuru edasıyla bütün finansallarınızı sorma hakkına sahiptir. 
 Samimiyetinizin sadece selam verip almaktan ibaret olduğu insanlar eşiniz 3 gün işten erken çıkıp çocuğunuzu havuzdan aldı diye "Eşiniz çalışmıyor mu?" diye sorabilir mesela. 
 Bu soruların daha ileri örnekleri de elbette var mesela benim de karşılaştığım"hamile misiniz?" sorusu "hamile değilim göbekliyim" diye gülüp geçsem de aslında içimden "Hee gel şimdi doğuruyorum altın mı takacaksın dangalak?" demek geçiyor.Hatta ben hamile değilim deyince "emin misin ?" diyecek kadar işe ileri götürenine de rastladım
 Hadi göbek falan bir yere kadar ya siroz hastası olsan ve bu soruyla karşılaşsan...Karşınızdaki kişi bu münasebetsiz soruları sorduktan sonra gözünüze züccaciye dükkanına girmiş fil gibi gözükse de emin olun o kendince parlak zekasıyla bir yerlerde parıldıyor olacak.O yüzden siz çok da şeeyyetmeyin ve sosyal mesafenize dikkat edin.






Wednesday, April 1, 2020

Hayat eve sığar, peki ya sığdıramayanlar...

Epey uzun zamandır bir şeyler yazmadım. Artık ülke olarak evdeyiz. Hayatımızı eve sığdırmaya çalışıyoruz da, ya sığdıramayanlar.... Corona Virüs başladı başlayalı her ülke farklı bir tepki verdi. Kimi ülkeler inkar etti inanmadı, kimi uzmanları dinlemedi sosyal hayatına devam etti, kimi sert önlemler aldı biraz daha altından kalktı bu işin. Virüs bu zengin, fakir ayırt etmeksizin bulaşıp, kimini etkileyip kimini etkilemiyor. Ama alınan önlemler kapsamında bakacak olursak ekonomik düzeyi yüksek ülkeler halkına,  siz iyileşmeye bakın ekonomik problemleri kafanıza takmayın derken. Bizim liderlerimiz iban paylaşıp,  insanların ceplerinde kalan son kuruşu adına dayanışma diyerek almanın peşine düştü..
Her gün vaka sayımız git gide artıyor, sağlık çalışanları hastalanıyor. Tüm bunlar olurken herkes televizyona çıkıp hep aynı şeyi söylüyor “ Sanki testiniz pozitif çıkmış gibi davranın ve evde kendinizi karantina altına alın”. Cümle hiç değişmiyor, her gün artarak değişen tek şey sayılar. Kimse çıkıp artık sayı çok arttı sokağa çıkma yasağı demiyor. Demiyor çünkü sağlık mı para mı diye bir teraziye koysak hep para ağır basıyor. Ülkemiz her gün üretmek zorunda olan bir ülke diyor siyasiler. Üretim duramaz. Sokağa çıkmayın diyen sağlık bakanının gözü yaşlı daha fazla konuşmak ister gibi ama emir büyük yerden geliyor ki o da her gün aynı türküyü söylüyor. Meslektaşlarını kaybettikçe sesi çatallaşıyor ama sonra yutkunup devam ediyor bir önce ki gün söylediklerini tekrar etmeye. Tekrar etmek zorunda çünkü kimi evden çalışabilirken, bazı işverenler çalışanlarını iş yerlerine sürüklüyorlar, kimi öğretmen kadrolu maaşını alırken, diğer öğretmen sözleşmeli, kimi iş yerinde kadrolu, kimi geçiçi süreli çalışan, kimi zengin, kimi gariban. Korona adil olsa sa ülkeler adil olamıyor. Sokağa çıkma yasağı gelmiyor çünkü ekonomi duramaz. İşverenleri darıltmak olmaz, işçiden yana çalışma politikası izlesen olmaz. Ekonomi üretmeye devam edecek, işçi işine gidecek. Sanki 50 metre kare evde 7-8 kişi yaşamıyormuş gibi, sanki onun hiç bulaştırma yada hastalanma riski yokmuş gibi, sanki o hiç Korona’dan korkmuyormuş gibi. Ne diyelim Korona kadar adil olamadık.


Thursday, March 2, 2017

Zerrin Özer Söylüyor


Herkes çocukluğunda, okulda, tatilde, orda burada bir şekilde rezil olmuştur yada çok utandığı bir an vardır.  Sonra bu olaylar hayatınızın komik anılar dağarcığında kalır. Ben anlatmak istedim.
Benim ilkokulum "İlhami Ahmed Örnekal".
"Ahmed" ama "Ahmet" değil. Çünkü okulu Ahmet adında bir hayırsever yaptırmış ve adamcağızın nüfus müdürlüğünde başına gelen talihsizlik, dolayısı ile bizim okulun ismine de yansımış. Aslında ironik...
Neyse sınıf mevcudumuz 66, sınıf çok da büyük değil. Sıralarda üç kişi oturuyoruz. Ben de solağım. Sıranın hep en solunda oturmam lazım ama oturma düzeni sürekli değişiyor, bazen en solda oturuyorum, bazen de olmuyor. Neyse öğretmenimizde aşırı disiplinli, kuralcı, katı, yeri geldiğinde de eli sopalı. Öğretmenden çok korkuyorum zaten. Bize oturma planı yapıyor, plan da öyle ki, sırada oturan üç kişinin yeri bile belli, beni de koymuş iki tombişin ortasına. Öğretmenin gözleri sürekli öğretmen kürsüsünde geziniyor, parmak kaldırıyorum ama oralı değil "Öğretmenim... " diyorum yok oralı olmuyor. Diyeceğim ki sıranın sol tarafına geçeyim ama ilgilenmiyor bir türlü. Yanımdakine de diyorum ki yer değişelim. O da ortada oturmak istemiyor. Tabii günler geçiyor, ben de sürekli sol tarafımda oturan çocukla kavga ediyorum. Yazı yazarken dirseğimi itiyor. Yazım bozuluyor hatta bazen sayfam yırtılıyor. Sonra ben onun dirseğini itiyorum. Dirsek kavgasında başa baş gidiyoruz ama canım çok yanıyor. Bazen de bir dirsek atıyor, dirseğimde tam sinirime denk geliyor, 5 dk. kalem tutamıyorum. Sonra çocuk bir de küfürbaz, ne küfür etse "sensin o" diyorum geçiyorum ama çocuk benim küfür bilmememle de dalga geçiyor. Gülüp duruyor bende duruma çok içerliyorum. Zaman geçiyor artık dirsek kavgasında da üste çıkıyor. Her gün  okuldan  eve mutsuz, mutsuz dönüyorum.

Bir gün eve geliyorum, bir bakıyorum anneannem bizi ziyarete gelmiş, annemde çayın yanına yiyecek bir sürü şey hazırlamış, bir de müzik setine "Zerrin Özer" kaseti koymuş. Zerrin Özer'in "Sat, Gitsin" şarkısı çalıyor.
Şarkının nağmeleri evi doldurmuş. "Sat gitsin, sat gitsin, sat anasını sat , sat gitsin". Anneannem şarkıyı duyunca anneme " Kızım ne biçim, şarkıymış bu böyle, ne biçim sözleri var. Ayıp ayıp, sat anasını falan ne bu böyle şaşırmışlar artık" diyor. O anda bende ışık yanıyor  "Ayıp" = "Sat gitsin anasını sat" . 
Ertesi gün okula gidiyorum. Tabii yine aynı dirsek savaşı başlıyor, bu sefer beslenme saatindeyiz. Annem sevmediğim şeyleri koymuş beslenmeye. Karnım da çok aç aslında ama elmayla doyarım diyorum. Neyse bir kere ısırıyorum elmayı, tam bir ısırık daha alacağım, yine benim soldaki tam ısıracağım sırada bir dirsek atıyor hopp elma yerde, elmamı düşürünce nasıl da pis pis gülüyor . Tabii 66 kişilik sınıf, öyle elmanın üstünü sil de ye, yıka durumu da yok elma yerde yuvarlanırken en az 10 kişinin ayakkabısının altına değiyor. Zaten aylardır çürük dirsekle dolaşıyorum. Sinirden kıpkırmızı oluyorum. Bende buna bir dirsek atıyorum. Sonra yine bana küfür ediyor. Bu sefer bende boş değilim "ananı satarım" diyorum. Çocuk şok oluyor hemen öğretmene şikayet ediyor. Ben öğretmenden acayip korkuyorum, o korkmuyor.  Öğretmen benim söylediğime ihtimal vermiyor önce. "Söyledin mi?" diye soruyor bana. "Evet" diyorum, kızıyor. Sonra "bu sözü kimden öğrendin?" diyor. "Kim söylüyor sizin evde böyle kötü şeyleri " Öğretmenim Zerrin Özer söylüyor" diyorum. Öğretmen donup kalıyor sonra dudaklarını gülmemek için sıkıyor ama yine de güldüğü belli oluyor. "öğretmenim öyle şarkı var diyorum, Zerrin Özer söylüyor". Öğretmen o gün her şeye gülüyor, bana bakıyor yine gülüyor. Ben de bunu hatırladıkça gülüyorum.

Çağın Anne Babalarının Hastalığı Kaygı

Eskiden hayat daha kolaymış galiba. Mesela şu an yaşadığımız vesveseli ruh halini annemin yaşadığını düşünmüyorum. Ben bizim eve en yakın devlet okuluna gitmiştim "İlhami Ahmed Örnekal"  sınıfımız 66 kişiydi, sıralarda 3 kişi otururduk. Ben solaktım, öğretmen sürekli sınıf oturma düzenini değiştirir beni de en sola koymayı unuturdu, "Öğretmenim..." diyecek olurdum, bakmazdı bile. Bir kere görse sertçe "Geç, nereye istiyorsan" derdi, geçerdim. Sürekli yanımdakiyle dirsek kavgası yaptığımdan pek bir mutsuz gelirdim okuldan. Hatta bu konuyla ilgili çok komik bir anım da var ama onu sonra anlatırım. Neyse ki ilkokul kavga dövüş bitti, ortaokula geldiğimde annem yakın bir arkadaşını aradı dedi ki "Sizin kız hangi okula gidiyor? Hani İngilizcesi iyi diyordun." neyse annemin arkadaşı da "Marmara Koleji" dedi ve benim kaydım Marmara Kolejine yapıldı. İngilizcesi de iyiydi gerçekten.  Lise sınavlarında da  "çalış valla, bir de liseyi özelde okutamam" dediler tamam dedim gittim bir Anadolu Lisesine. Sonra üniversite, sonra iş hayatı. Bizim eğitim hayatımız böyle şekillendi.

Şimdi bakıyorum da, Ada'ya anaokulu ararken yaşadığımız stresin on da birini, annem benim tüm eğitim hayatım boyunca yaşamamıştır. Yok sosyal aktivitesi var mı? Eğitim anlayışı nasıl? Yarış atı mı? Haftada kaç saat İngilizce dersi var? Gezileri nerelere düzenliyorlar? TEOG başarısı nasıl? vıdı vıdı bir sürü soru.
Ben böyle dediğimde annem hemen sitem eder. "Tabii, hiç bakmadık biz sana. Bizim zamanımızda da şöyleydi, böyleydi." der durur. Ama o ne kadar kabul etmese de farklıydı o zaman. Bu kadar seçenek yoktu, ilkokulda İngilizce öğreten okul hiç duymadım, yada varsa herhalde bir elin parmağını geçmezdi. Genelde herkes evinin en yakınındaki devlet okuluna gönderirdi çocuğunu, sınavların isimleri bile daha basitti "Anadolu Lisesi Sınavı" "Kolej Sınavı" şimdiki gibi "TEOG" "SBS" "YGS" gibi her yıl isim değiştiren uzaysal isimli sınavlar değildi. Hafta sonu atölyesi, yüzme dersi, paten dersi gibi düzenli çalışmalara katıldığımı da hatırlamıyorum.
Bizim kuşak anne babalar sürekli kendini yenileme ihtiyacı hissediyor, mesela annemlerin kitaplığında hiç "çocuk psikolojisi", "çocuk nasıl yetiştirilir?", "mahallenin en mutlu çocuğu" tarzında kitaplar görmedim. Onlar mı çok iyi çocuk yetiştiriyordu, yoksa biz mi acemiyiz bilemiyorum böyle düşününce. Kitaplığının 5 rafını çocuk yetiştirirken ihtiyacım olabileceğini düşündüğüm kitaplara ayıran ben mi haklıyım? Yoksa bu konuda sadece kendi içgüdülerini rehber edinen anne babam mı haklı?
Biz galiba okuldaki didişmelerin, kanayan dizlerin, kalabalık sınıfta kaynayan sesimizin, bizde olan ama hiç keşfedilemeyen yeteneğimizin acısını çıkartmak yada çocuğumuz bizim tekrarımız olmasın istiyoruz. Tabii bu düzen de bizim endişemizden besleniyor ve tercihler arasında boğuluyoruz sonra endişeli çocuklar yaratıyoruz ama bu da bizim çağın anne babalarının hastalığı.





Okul Seçimi Vol. 1 İlkokul

Bugünlerde biz de o malum soruyla karşı karşıyayız. Hangi okul? Bu soru kafamı o kadar kurcalıyor ki. Sanırım okul, okul, okul diye gezmemden herkesi bıktırdım. Benim için çok önemli bir karar, hele ki çocukların karakterlerinin şekillendiği yılları kapsadığı için okul seçimi çok önemli. Ben okul dedikçe çevremden farklı sesler de yükseliyor. Mesela;
" Öğreneceği zaten okuma yazma, dört işlem o kadar para vermeye değer mi?"
Bu cümleyi duyduğumda şöyle düşünüyorum, evet müfredat olarak belki şimdi bize basit gelen şeyleri öğrenecekler ama her şeyin, temelinin atıldığı yıllar. Ayrıca okulun sırf ders ağırlıklı değil de sosyal olanaklarının da fazla olması önemli. Ne kadar gezi yapıyor, okulda yazar, sanatçı, müzisyen kimleri ağırlıyor bu da çok önemli benim için.

Önce tabii şunu belirlemek lazım okuldan beklentiniz ne? Benim beklentim, akademik başarı, sosyal imkanlarının, sportif başarılarının olması, öğrencileri kültürel anlamda beslemesi, yabancı dilinin iyi olması ve çocuğa bireysel olarak yaklaşabilmesi, ilgi alanına göre yönlendirebilmesi.
Tabii böyle bir okul var mı? Var da ben mi bulamıyorum? Böyle okul bulup da söylemeyen varsa...😊

Neyse ben şimdi gezdiğim okulları tamamen kendi açımdan değerlendiriyorum. Bu yanlış yada doğru olabilir, kişiye göre de değişir, çünkü çocuklarımız birbirinden farklı, beklentilerimiz farklı bana göre iyi olan, size göre kötü olabilir yada tam tersini düşünebiliriz. (Bu arada Ada'nın okuluna göre taşınmayı düşündüğümüz için okulların konumları farklı yakalarda olabilir)

Gelelim gezdiğimiz okullara,

BİLFEN: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Bilfen hakkında çok önyargılıydım. Asla kayıt yaptırmayı düşünmüyordum çünkü çocukları birbiriyle yarıştırarak, rekabet odaklı bir başarı anlayışları olduğunu, sosyal imkanlarının ise çok kısıtlı olduğunu düşünüyordum. Yine de önyargılarımdan arınarak gidip dinlemek istedim. Çamlıca şubesini ziyaret ettik. 1. Sınıf koordinatörleriyle görüştük, biz görüşürken kızımı tanıma çalışmasına aldılar. Bu tüm okullarda yapılan bir şey aslında ama öyle anlattılar ki inşallah değerlendirmeyi geçer, başvuranların yarısı yaptığımız bu değerlendirmeyi geçemiyor dediler. Ben yine de bunun ticari bir taktik olduğunu düşünüyorum, sonunda geçti tabii ki. Neyse birebir ilgilendiler bize okulu gezdirdiler, Buz pateni, jimnastik, yüzme, vb. aklınıza gelebilecek her türlü kulüp var, ayrıca 5. sınıfta yemek düzeni vb. hakkında adabı muaşeret gibi bir ders alıyorlar. TEOG başarıları gerçekten çok iyi ama çok öğrencileri var. 1. sınıftan itibaren öğrenciler Cambridge sınavlarına katılıyor. (Starters, movers, flyers.. ) 2. yabancı dil 4. sınıfta başlıyor. Herkesin kulağına gelen şehir efsanelerini de sordum. Başarısı düşünce öğrenciyi okuldan gönderiyor musunuz? dedim böyle bir şeyin söz konusu olmadığını ama okul düzenini bozan davranışları varsa bunun görüşüleceğini söylediler. Sınıflar başarıya göre değil homojen bir şekilde dağılıyormuş. Bu yıl için dışardan 3 sınıf açacaklarmış, 6 şube de şuan anaokulundan gelen öğrencileri varmış. (Anaokulunda okuma yazma öğrettikleri için 3 sınıf dışardan alabiliyorlar ve bu sınıflara okuma yazma öğrettikten sonra diğer Bilfen sınıflarıyla aynı düzeye getirmeye çalışıyorlar.) Sınıf mevcutları 25 kişiyi geçmiyormuş ama biri Türk diğeri yabancı olmak üzere sınıfta 2 öğretmen olacağını söylediler. Kaynak kitap olarak kendi yayınladıkları kitabı kullanıyorlarmış ve öğrenci olmayanlar kitabı alamıyormuş. Genel olarak okulun oturmuş bir sistemi olduğunu düşünüyorum. ama çok fazla başarı odaklı olmaları beni korkuttu. Müfredat çok erkenden ve ağır bir şekilde çocukların omuzlarına yükleniyormuş gibi geldi. Sınıf mevcudu kalabalık. O 2 öğretmenin sürekli her derste sınıfta olduklarına inanmadım, bence en fazla 2 ay öyle sürer sonunda yabancı öğretmen kendi dersine girer. Duygusal çocuklar için kaygıyı arttıran bir okul, kayıt olmadan iyi düşünmek gerekli... Kısacası bizde düşünme aşamasındayız.

ALEV Okulları: Her pazartesi kayıt olmayı düşünen velilerle toplantı yapıyorlarmış, katılmak için randevu almanız gerekli, dilerseniz tanıtım gününe de katılabilirsiniz. Okul Çekmeköy'de. Öğretmenler odasında bir masaya 10 veli oturduk ve ilkokul müdürüyle yaptık görüşmeyi. Tabii bu sırada çocukları değerlendirme çalışmasına aldılar. Sınıf mevcudu 21 kişiyi genelde geçmezmiş ama üst sınır 23 kişiymiş. Jimnastik alanında çok başarılı olduklarını söylediler. Müzik dersleri orff yaklaşımıyla yapılıyor ve okulun içinde orff merkezi var. (Orff; müziği ritim ve beden perküsyonu kullanarak öğretmek gibi bir şey, benim hoşuma gidiyor ve çocukların da.) Okul girişinde öğrencilerin yaptıkları seramik ve kilden bir çok çalışma vardı. Haftada 10 saat Almanca görüyorlar. 2. sınıfta 2 saat İngilizce başlıyor. ABITUR belgesi vermiyorlar bunu Alman Hükümetine bağlı okullar verebiliyormuş, Alev ise Almanca eğitim veren bir Türk okuluymuş. Yaratıcı düşünme gibi bir dersleri var, bu derse üstün zekalı öğretmenliğinden mezun olan öğretmenler giriyormuş ve onların görüşüne göre haftada sanırım 2 saat belirlenen üstün potansiyelli çocuklarla beraber çeşitli çalışmalar yapılıyormuş. Ayrıca gerekli gördükleri öğrenciler için AD (Akademik destek) sınıfları da var. Okul sık sık kamplar düzenliyormuş kayak sporuna önem verdiklerini ve sporcu çıkardıklarını söylediler. Açıkçası vaad edilen şeyler oldukça güzel ama okul bana nedense çekici gelmedi, sanki çok fazla kurallılar, ve veliye sürekli öğrenciden dert yanacaklarmış gibi geldi tabii bu sadece his. Bu okuldan mezun olanlar genelde lisede Almanca olan okulları tercih ediyormuş. Hatta bazı alman okullarının öğretmenleri ALEV okuluna da  geliyormuş ama maalesef son olaylardan sonra çoğu öğretmen tası tarağı toplayıp ülkesine dönmüş. 

ŞİŞLİ TERAKKİ: Bu okula Ada'ya anaokulu bakarken de gitmiştim. O zaman çok ruhsuz, sevimsiz, ilgisiz gelmişti. Bu yıl ilkokula ön kayıt yaptırmak için yine gittim yine aynı şeyi hissettim. Okula girdim önce ilkokulun nerde olduğunu tarif ettiler, Okul kampüs ama binalar bütünü demek daha doğru, kısacası sevimsiz bir görüntüye sahip. Sekreter beni ön kayıt için sanırım müdür yard. yönlendirdi, odaya girdiğimde görüşeceğim kişi ayağa bile kalkmadı, önüme formu uzattı, doldurdum. Sonra çok mekanik bir şekilde okulumuz 08:15 de başlar 15:40'da biter diye anlatmaya başladı. Okulda bu tavrı sevmiyorum, hatta Ada'ya okulu gezdin mi? diye sordu. Ada gezmediğini söyledi. Bende kalkıp gezdirecek sandım yerinden bile kalkmadı. Madem gezdirmiyorsun bari, isterseniz randevu alın başka bir gün gezebilirsiniz falan de. Yok o da yok. Siz başvuruda bilmem kaçıncı sıradasınız diye elime bir kağıt tutuşturup gönderdiler. Kısacası okul bana çok özensiz geldi. Kesin eledim.

İSTANBUL KOLEJİ:

Levent'te bulunan küçük bir okul. Bizim okuldan kaydını aldırıp oraya kayıt yaptıran bir veliden duydum. Randevu alıp görüştük. Görüşme gerçekten çok uzun sürdü sanırım 1,5 saat o sırada Ada'ya tabii ki de değerlendirme çalışması yaptılar. Okulun TEOG başarısı iyi mezun sayısı çok az 11 kişi genelde. Bu yüzden çok adı duyulmamış butik bir okul. Çok fazla sosyal aktivitesi var okul küçük olduğu için şu an Enka'nın havuzunu ve tenis kortunu kullanıyorlarmış. Her ay bir tiyatro ve bir gezi etkinliği düzenliyorlarmış. Okulun bahçesi çok küçük ve sınıflar da öyle. Sınıf mevcudu 18 kişiyi geçmez dediler. Ama sınıf 18 kişi için bile küçük geldi. Yemekhaneleri de çok küçük ama sırayla tek sınıf kullanıyormuş. Okul biraz villadan bozma gibi ve eski. Fiziki şartlarını açıkçası beğenmedim. Ama sundukları imkanlar ve sosyal aktivite de bir çok okulda yok. Her sınıftan tek şube var. İngilizce konusunda da iddialı görünüyorlar. Her yıl bir müzikal sahneye koyuyorlar. Müzikalin DVD'sini verdiler gerçekten kostümden,  dekorlara kadar her şey mükemmel. Fakat İngilizcede o kadar iddialı olmalarına rağmen İngilizce hazırladıkları müzikalde oynayan çocukların çoğunun telaffuzu o kadar iyi değildi ama o kadar uzun bir oyunu İngilizce hazırlamaları yine de takdire şayan. Her yıl sınıf aynı ama öğretmen değişiyor. 1. , 2., 3. ve 4. sınıf öğretmenleri farklı. 1,2 ve 3. sınıfta yüzme zorunlu. 1. sınıfta tenis de zorunlu daha sonra seçmeli ders oluyor.  Çocukları teker teker tanımaya gayret ediyorlar. Her öğrencinin potansiyelini keşfetmek ve doğru yönlendirmeye önem veriyorlar. Tanıma çalışması yaptığımız adayımız ..... yerine Ada'nın adını yazacaklarına benim adımı yazmışlar. Hatta bu hata görüşmeye giden başka bir arkadaşımda daha oldu. Biraz özensiz geldiler böyle olunca, butik okulda böyle şeylere takılıyorum, zaten kaç öğrenci var. Gıcık mıyım? İnternette denk geldiğim bir yorumda da bir veli hiç haber verilmeden sınıf mevcudunun 20 kişiye çıkarıldığını yazmıştı, aklımı karıştırdı.

İTÜ Natuk Birkan: Ada şimdi bu okulun anaokuluna gidiyor. Geçen yıl epey sıkıntı yaşadık. Fakat bu yıl memnunum. Yaşadığımız sıkıntı öğretmenle ilgiliydi daha çok. Bu yıl öğretmen değişince rahatlamış olduk. Ama öğretmenden ziyade okul yönetimiyle de ilgili. Çünkü bir çok veli şikayette bulunmasına rağmen, yönetim öğretmenin arkasında durdu. Sene sonu gelince de işine son verildi sanıyorum. Bunu tutarlılık olarak kabul edemiyorum maalesef. Gelelim İTÜ ilkokuluna, devam ettiğimiz okul olmasına rağmen tanıtım gününe gittim. Çok sıkıcı ve mekanik bir sunumdu. Cümleleri süslemek için çok çaba sarf edilmiş, dinlemek için bende aynı çabayı sarf ettim. İTÜ'nün klasik bir eğitim anlayışı var. Bizim zamanımızın devlet okulunun paralı olanı gibi. Tanıtım gününde kullandıkları materyalleri getirmişlerdi. TOPSES ve Morpa Kampüs kullanmaları beni şaşırttı çünkü drama öğretmenliği yaptığım devlet okulunda da aynı fasikül ve kaynak kitaplar kullanılıyordu. Stand da duran öğretmenlere bunu söylediğimde kendi kitaplarının da olduğunu belirttiler. Kitap dedikleri şey, kapağı A4 kağıdı inceliğinde ve kalitesinde zımbalanmış kağıtlardan ibaretti. Ödev dedikleri ise  A4 kağıdı'nı 2 ye katlayıp 4 sayfa yarattıkları kağıtlardı. Ben çocuk olsam küçücük kağıtta yazan ödevi yapmak istemem. Bu yıl ara tatil ödevleri de sürekli zımbalanmış  renksiz, siyah beyaz kağıtlar bütün olarak bize sunuldu. 34.000 TL eğitim ücreti alıp,  10-12 kağıdı zımbalayıp eve ödev diye gönderen okulu anlayamıyorum. İTÜ'nün bir sürü kulüp dersi var ve bu yıl Satranç dersi zorunlu. Ne yapıyorsunuz derste diye sorduğumda "lambaya soruyorum, taşların nereye gideceğini söylüyor" dedi bana. Öğretmek için bu özelliği kapatmayı düşünememişler yada kolaylarına gelmiş sanırım. Neyse böyle düşününce sinir oluyorum. Kısaca her okulun sunduğu imkanlar aşağı yukarı bu okulda var ama içi ne kadar dolu? ancak vasat diyebilirim. Özellikle beğendiğim yanı akran zorbalığını kesinlikle uyguladıkları politikalarla önleyebilmeleri.

Koç Okulu : Koç ilköğretim okulunun tanıtım gününe gittik. İdareciler okulu anlattı. Sonra soru cevap şeklinde devam etti. Bir kere epey gelen vardı, gördüğüm en kalabalık tanıtım günüydü diyebilirim. İdareciler elinde yazılı metinler olmadan okulu tanıttılar. Ben çok büyük beklentilerle gittim sanırım, Bana okul için "wow" dedirtecek bir yan göremedim. Çocukların mutluluğunu önemsiyorlar ve TEOG okulu olmadıklarını baştan söylediler. Özellikle altını çizdikleri konu ilkokuldan devam edenlerin liseye TEOG sınavı olmadan geçiş hakkının olduğu. Yani eğer çocuğum Teog stresi yaşamasın hem de sınav derdi olmadan kaliteli bir lisede devam etsin derseniz. Koç size göre diyebilirim. Ayrıca üstünde durdukları bir diğer konu ise okulun lokasyonu, okul Tuzla da, daha doğrusu Kurtköy tarafında o yüzden okula gelirken geçen zamanı düşünerek kayıt yaptırın dediler.

Şimdilik bu kadar bizde hala karar verememiş durumdayız. Tavsiye ettiğiniz okulları paylaşırsanız sevinirim.



Saturday, November 19, 2016

Ne Kodun Len Kafama?

Son günlerde bakıyorum da, Türkiye'de yaşayan insanlar ikiye ayrılıyor, yurt dışına yerleşmeyi düşünenler ve yurt dışına yerleşmek üzere olanlar. Çevremde nerdeyse hayatına, doğduğu topraklarda devam etmek isteyen yok gibi. Bir yere yemeğe gittiğimizde, yan masamızdaki insanlar, banka, market kuyruklarında konuşanlar, eş dost, akraba hep bir gitme peşinde. Kızımın okulunun whatsapp grubundaki veliler bile Green Card başvuru tarihlerini büyük bir heyecanla birbirlerine hatırlatır oldular. Çünkü herkes evladının, kendi geleceğinden endişeli.

Her gün haberleri okuyup birde kendi içimde deşifre etmeye çalışıyorum, insanın sürekli kafasında bir dekoderle dolaşması ağır geliyor bazen, yoruluyorum. Zaytung haberi sandığım haberler, sıklıkla gerçek haber çıkıyor mesela. Yada okuduğum çoğu haber, beynimin içine bir şey zerk etmeye çalışıyor inceden. Levent Kırca'nın parodilerinde vardı ya " Ne kodun len kafana?" bende onu, haber okurken soruyorum genellikle "Ne kodun len kafama?"

Mesela okuduğum bir haberde şöyle diyordu "Gece 22:00 den sonra toplu taşıma araçlarını kullanan kadınlar durak dışında da istedikleri yerde inebilecekler" asıl fikir en yakın güzergahtan kadının eve ulaşmasıydı. Ne kadar ince bir düşünce örneği ?

Saatleri ileri almadık bu yıl.  Amaç ne?  İşten çıkınca "karanlık" olmasın.

Çocuk gelişim kitaplarından birinde şöyle bir yazı vardı "Bazı ebeveynler çocuğun herhangi bir korkusu olmadığı halde, o uyurken gece lambasını açık bırakır veya koridorun ışığını gece boyu açık tutar. Böyle durumlarda çocuk karanlığın korkutucu bir şey olduğunu öğrenir. İlerleyen dönemlerde de karanlık odada uyumaktan kaçınabilir.
Karanlıktan korkan çocuğun sürekli aydınlıkta uyumasına izin vermek çocuğun korkularında haklı olduğunu düşünerek karanlık korkusunu sürdürmesine neden olur"



Sizce de çok benzer değil mi?



Yani saat 22:00'den sonra bir kadının akşam dışarda olması tehlikeli mesajını almadınız mı?
Aslında düşünmemizi istedikleri "Akşam 22:00'den sonra bir kadının dışarda olması uygun değildir"
Sonra haberlerde karşımıza çıkan "Akşam 22:00'de evine gitmekte olan B. Y. saldırıya uğradı."
 
Yazının altındaki yorumlar da genelde;
- O saatte dışarda ne işi var.
-Üstünde mini etek varmış.
-Nasıl ailesi var? saat 22:00'de kızlarını dışarda bırakmışlar.
-Cıkk ,cıkk , cıkk o saatte dışarda dolaşılmaz, hakketmiş o, hakketmiş.



Şimdi verilen önergeyle o yorumları düşünemiyorum,

Düşünseniz çocuk yaşındaki biri tecavüze uğrayacak sonra tecavüzcüsüyle evlendirilecek, adam da serbest kalacak yada cezasına indirim alacak, burada ceza kime?
Bir de imam nikahının resmileştirilme çabası var önergede. Var da var kısacası...

Sevgiler









Thursday, July 7, 2016

Anne Tavsiyesi mi? Reklam mı?

Sağlıklı anne, şişman anne, titiz anne zırt anne, ve pırt anne vb. olmak üzere bir sürü anne blogu takip ediyorum. Ben bu takip olayına hamileyken bulaştım, çünkü korkuyordum, etrafımdaki arkadaşlarım ya daha evlenmemiş yada evlenenlerin henüz çocuğu olmamıştı, çocuk konusunda güvenebileceğim tek insanın annem olduğu düşünüldüğünde bana sürekli hamileliğiyle ilgili olumsuz anılarından bahsettiği için yanına pek yaklaşmıyordum, çareyi blogger annelerde buldum. Okudum da okudum, bir kaçının hala pratik çözümleri ve yaşanan sorunlar karşısında doğru bir mantığı olduğunu düşünüyorum ama hakkında böyle düşündüğüm sanırım sadece iki blogger var.  Çoğu anne blogger en iyisini ben bilirim iddiasında.
Bir de bu bloggerların çeşitli markalardan reklam alanları var, bence profesyonel olarak yapılamayacak bir şey değil, neden olmasın ama bunu "ben bu ürünü kullandım çok güzel aman daha iyisi yok aramayın." şeklinde olanlarına kızıyorum, çünkü bunun reklam mı yoksa gerçekten samimi bir anne tavsiyesi mi olduğunun ayırdına varamayacak çok insan var, ayrıca bu yapılan reklamlardan sonra gerçekten samimiyetle bir şeyler paylaşanlar da yanlış algılanıyor ve paylaşmanın çok da bir anlamı kalmıyor.
Mesela ben atölye açtığımda, İstanbul'da bir ilçenin anneleriyle sürekli buluşmalar ayarlayan, sosyal medyada, kataloglardan fırlamış gibi düzenlediği evinde (bizim ev çocukla asla, bir gün bile öyle olamıyor), çocuğuna dize kadar çizmeler giydirerek  ve çeşitli aksesuarlar takarak fotoğrafını paylaşan ve hatırı sayılır takipçi sayısı olan bir anne geldi. Geldiğinde blogger olduğunu bilmiyordum. Gelince çocukla ilgilenmekten çok fotoğraf çekti, sonra bir baktım benim atölyeyi etiketlemiş instagram'da , sonra o fotoğrafın altına yorum yapan insanlar tek tek atölyeyi aradı, biz de kayıt yaptırmak istiyoruz dediler, ama illa o bloggerın olduğu saate gelmek istediklerini belirttiler. Yok dolu dedim olmadı, sonra kayıt yaptırdığı halde o blogger da katılmadı ama paylaştığı fotoğrafın altında biz her pazartesi saat 10:00'da miniones'dayız yazmıştı. Sosyal Medya'da o etkinlikten bu etkinliğe koşan blogger'ların çoğu  hatırı sayılır ücretlere, markanın reklamını yapıyorlar yada çoğu fotoğraflarda sunduğu şeyi yapmıyor oluyor.
Bir başka konu da, günümüz koşullarında ne popülerse doğru yanlış bakılmadan kadın günün de paylaşılıyormuşçasına sosyal medyada paylaşıp takipçilerden yorum almak, tribünlere oynamak. Mesela bir blogger Adem Güneş'in Güvenli Bağlanma kitabını okumuş, çocuk üç yaşına gelene kadar annesiyle zaman geçirmesinin önerilmesine içerlemiş bunu takipçileriyle paylaşmıştı. Evet her şey her zaman siyah, beyaz olmamalı, mutlaka çocuğuna bakmak için çalışmak zorunda olan, yada çalışmayan bir anne olmanın yıpratıcı olduğunu düşünerek, yada çalışmayı daha çok sevdiğinden  psikolojik olarak sağlıklı kalabilmek için çalışmayı tercih eden anneler vardır ama bence bu bizi neyin doğru olduğu konusunda, anne olarak bir psikolog'dan daha bilgili yapmaz. Her iki hali (çalışan anne ve çalışmayan anne) de deneyimleyen bir anne olarak söyleyebilirim ki çocuğunuzla geçirdiğiniz her artı zaman, çocuğa bir o kadar katkı sağlıyor ve ilişkiyi güçlendiriyor.




Wednesday, July 6, 2016

Bugün Bayram, Bayram gibi olun!

Bugün tüm komşularımız için hazırladığım, onedio havasındaki satırbaşlarımı dikkatle okuyunuz eminin herkes kendi komşusundan bir şey bulacaktır.Benim bulduğum kesin

1) "Dünya değişsede siz değişmeyin"

Mesela çocuğunuzun topu bahçeye kaçınca, güvenliği arayıp topu komşunuzun bahçesinden istetecek kadar "cool"  ( cool dedim hadi iyisin, ama anladın sen !!! :)) olmayın. Bırakın çocuğunuz sosyalleşsin, siz de rahatlayın, kasılmayın.

2) "Hayat dolu olun"

Bırakın çocuk sesinden rahatsız olmayı, ses duyunca cık cıklamayı. Kulaklarınız ne kadar iyi duyuyor diye sevinin. Bahçelerden çocuk sesleri duyulurken, sizin bahçeden duyulan tek sesin bahçeyi ilaçlarken kullandığınız "fıs fısın" sesi olması ne kadar hayat dolu bir aile olduğunuzu gösteriyor zaten biz biliyoruz.

3) "Hayvan sever olun"
Yan komşunuzun köpeğinin havlamasından rahatsız olup, gece gece "Biz de hayvan severiz ama köpeğiniz sesi rahatsız edici" konulu  mail atmak yerine gerçekten hayvansever olun !!!
Gidin köpeğin başını bir okşayın. Hem zaten siz ne kadar hayvan sever olduğunuzu iddia etseniz de, komşularınızın bahçesinde kanlı canlı kaplumbağalar varken, sizin bahçede kaplumbağanın ancak heykelinin olması, 2,5 yıldır sitece ortak bakılan kediye bir kap su dahi vermemiş olmanız, kızınızın sanırız okulda artık materyallerden dönem projesi olarak yaptığı kedi evini estetik değil diye komşunuzun bahçesine itelemenizden hayvan severliğinizi anladık.

4) "Göz hakkının, hakkını verin!

Komşunuzun bahçesinde yetişen çileklerden doyasıya yiyin, hatta alabilir miyim diye sormayın da gerçekten :)  Ama çocuğunuza "evladım koparma bak evdeler, arabaları kapının önünde  duruyor görmüyor musun" demeyin. Bu çocuğu gizliden iş yapmaya, sinsiliğe sevk eder sonra sizin başınız yanar benden söylemesi.

5) "Bayramda gelen çocuklara kapılarınızı açın"

Gerek komşu, gerek akraba, eş dost gelen çocuklara bahçenizin kapılarını açın. Açın ki genelkurmay başkanı teftişe gelecekmiş gibi askeri düzende duran bahçenizle özellikle erkek çocuklara askeri bölge havasını erkenden yaşatın. Bahçenizde voleybol oynamak suretiyle domates fidelerinizi kıran  çocukları "harçlığınızdan keserim" diye tehdit etmeyin.

6) "Değneğiniz bir kenara bırakın"

Artık barış ilan edin, ellerinizi başınızın üstüne koyun ve silahınızı yavaşça ileri itin. Üst katınızdan duyduğunuz her sese kulak kesilip, değneğinizle üst kattaki komşularınızı dürtüklemeyin, kaloriferlere vurmayın demiyorum bile.

7)"Gözetleme deliğini sadece kapınız çaldığında kullanın"

Komşularınıza kapınızın önünde sihirli bir düğme varmış gibi hissettirmekten vazgeçin. Her tıkırtıda gözetleme deliğine koşup kapıyı açmayın, "ben de çöpü çıkarıyordum" bahanesiyle kapıyı açıp, gelen geçeni sorguya tutup 1 saat kitlemeyin.

Unutmadan aman bu bozulmadı diye  gelen geçene tarihi geçmiş şeker, çikolata vermeyin.

Şeker gibi bayramlar dileğiyle,

Öpüldünüz

Monday, July 4, 2016

Düzelir miyiz? Hiç Sanmam 😔

Son zamanlarda toplum olarak yaşadığımız şeyleri düşünüyorum da biz gerçekten ortak değerleri olan bir millet miyiz?  ortak şeylere sevinme, ortak şeylere üzülme, tepki gösterme şuurumuzu mu kaybettik?  IŞID'ın yaptığı terör saldırısından sonra bir kısmımız yas tutarken, bir kısmımız Osman Gazi köprüsü açılıyor diye göbek atıyor. Başka ülkeler bu üzücü olay nedeniyle yas ilan edip, maç öncesi saygı duruşunda bulunurken, bizim devlet büyükleri ağızları kulaklarında konfetili açılış yapıyor. Aynı saatte bizim televizyonlarda " eşim vefat etti, kayınvalidem ve kayınpederimle yaşıyorum bu caiz mi diye" merak edip Nihat Hatipoğluna danışan vatandaşımız var bizim. Bize neler oluyor? Aslında neler olmuyor ki, koyun yerine konuluyoruz resmen, sabah 09:00 akşam 18:00 çalışıyoruz sonra trafik, yemek ve bir türk dizisiyle günü sonlandırıyoruz. Maaşımızı bizi daha iyi gösterebileceğine inandığımız şeylere harcıyoruz. Televizyonlar, havuz medyası, ne gösterirse inanıyoruz. Sırf kendi çocuğumuz bizim halen beslemekte olduğumuz çarkın içine girsin diye özel okullara yüzbinler harcıyoruz, anadolu liseleri imam hatip oldu, meslek liselerinin durumu içler acısı, yok yok devlet okuluna gönderilmez çocuk ne olduğu belli değil , bizim bir tanıdık göndermiş, seccadeyle alıyorlarmış, veliler sınıf kapısında kolonya ikram ediyorlarmış yok bize yabancı bu durum diyoruz da ne yapıyoruz? Özel okula gönderip müşteri oluyoruz, sonra da çocuklar amerikan ekolü, italyan ekolü, fransız, ingiliz ekolü bir okula girsin diye dua ediyoruz. Bu kadar utandıysak kendi halimizden neden bir şeyler yapmıyoruz? Böyle kurtulabilecek miyiz? Aslında bir devletin gelişmesini hızlandıran en önemli iki şey elimizden alındı; biri eğitim, diğeri
 adalet. Biz ne yapabildik?  hiç. Düşünüyorumda benim gibi düşünenlerin ya tek çocuğu var yada hiç yok, ama köprüde göbek atan abimin en az 3 çocuğu vardır. Kendimi geçtim, kızımı düşünüyorum. demokratik sistemde herkesin tek oy hakkı varken çoğunluk kim olacak ilerde biz mi, yoksa onlar mı?Tayyip'in can damarına basıyor , herkesin oyu bir, bu olur mu diye soranlar. Zaten sistemin istediği belli, muhafazakarsan göbeğini kaşıyan adam ol, junior göbeğini kaşıyanlar doğur, sorma, sorgulama, muhalefet ediyorsan da tatava yapma bas geç, ne güzel değil mi?

Thursday, December 17, 2015

Okula Gitmek İstemiyorum!!

"Okula gitmek istemiyorum anne". Son zamanlarda, sabah kalkar kalkmaz "Günaydın" kelimesinden önce duyduğum ilk kelime bu maalesef. Hatta bu kelimeyi "midem bulanıyor anne" ,"çok yorgunum anne" gibi kelimeler takip ediyor. Sabah okula gitmek gerçekten çok zor bir hal aldı. Okula giderken yol boyunca ağlıyor. Ağladı diye hemen gardımı indirmemiştim ama kusma dışında başka belirtilerimiz de olmaya başlayınca, bir pedagogla görüştük ilk görüşmenin sonunda hangi okula gittiğini sordu, tamam, demek ona göre değil alın o okuldan, zaten çok tempolu bir okul dedi, bizim 
okulun dışında bir iki okul ismi daha söyledi bunlarda sizin okul gibi tempolu okullar dedi. Okul diyorsam lise falan değil bildiğin "anaokulu" bu dediğin.

Aman çocuğum 10 yaşına geldiğinde beş dil bilsin, sular seller gibi İngilizce konuşsun, ilkokula başlamadan okuma yazma öğrensin, 70'e kadar saysın, onu da yapsın bunu da yapsın gibi kaygılarım olmadı hiç ama şimdi okullara bakıyorum da, bildiğin yarış atı yetiştiriyorlar. Öğretmenle, rehber öğretmenle konuştum. Ada'nın yapamam korkusu geliştirdiğini, arkadaşları daha iyi şeyler yapınca üzüldüğünü ve bu yüzden okula gitmek istemediğini söylediler. Kırmızı hamurla, mavi hamuru karıştırırken zorlanmış mor yapamamış. Eve gelip ağladı bunun için, hamurları karıştıramadım diye. Üzüldüm ama karıştıramadı diye değil, okulun bunu sorun etmesine. Tamam yapamasın önemli değil, seneye yapar olmadı 5 yıl sonra yapar ama çocuğuma yetersizlik duygusunu hissettirdin bir kere şimdi onu nasıl çözeceğiz diyecek oldum hatta konuşurken dayanamadım dedim. Anaokulunda git haritada İstanbul'un yerini bul, iki rengi karıştır, üçgen çiz, dikdörtgen çiz haa çizemedin,otur mu
olmalı hala eğitim sistemimiz?
Çocuğumla benim aramda yirmi altı yaş var ama yirmi altı yıldır bu eğitim sistemindeki yara hala kanıyor. Hala ezberletmeye çalışıyorlar, hala şiir ezberletiyorlar, hala milli bayramlarda kaç şarkı söyledi öğrenciler diye böbürleniyor okul müdürleri, üzülüyorum belki o müzik öğretmeni bizim yıllardır bildiğimiz şarkılardan başka şarkılar öğretmek istiyor çocuklara, yada belki o hafta çok farklı bir çalışma yapacak çocuklarla, ama yok önce müfredat dikiliyor karşısına, sonra okul müdürünün gölgesi elini kolunu bağlıyor. Hala drama öğretmenlerine yıl sonu gösterisi hazırlatan okullar var. Çocuğun o küçük yaşında duyacağı kaygıyı hiç kimse önemsemiyor. Her şeyi geçtim, kimse çocuklar öğrendi mi diye sorgulamıyor. Ezberle geç slogan bu yıllardır. İçsel motivasyon diye bir şey var ama bizim ülkemizde bu asla gerçekleşmiyor, çocuklar notla, sözlüyle, başarı puanı ve ortalamayla tehdit ediliyorlar. Araştırmak için gereken ilhamı vermeyi, gerisini ise çocuklara bırakmayı düşünen yok.
Biz ilkokulda dekametre, hektometre, kilometre diye giden uzunluk birimleri öğrenmiştik hani onları nerede kullandık diye düşündüm geçenlerde, cevap olarak "evet ben kullandım" diyen varsa sevindim onlar adına, ben hiç kullanmadım. Bu sadece aklıma gelen minik bir örnek bizim çocuk zamanımız, çocuk neşemiz, çocuk oyunlarıyla geçecek zamanımız neye harcanmış diye düşündüm de aklıma geldi. Daha neler geldi aklıma ama dur dedim kendime,  kendime dur dedim. Bu yazıyı da Volkan Konak gibi bitirdim  :)

Sevgiler

Monday, October 12, 2015

İyi Uykular Ülkem

Aslında uzun süredir bir şeyler yazmıyorum. Ama bazen kelimeler, söyleyeceklerim kafamda uçuşmaya başlıyor ve durduramıyorum. Bugün de o günlerden biri. Kelimelerin kağıda dökülmek istediği günlerden biri bugün.

 Gazete manşetlerinde her olay sonrası görmeye alıştığımız kelimeler  “lanetliyoruz” , “kınıyoruz” ”kahrolsun”. Bu sözcükler daha önce hiç söylenmemiş gibi aynı hırs ve öfkeyle dudaklarımızda. Yine barış çağrıları, yine kaos ortamı, yine terör, yine gözyaşları. 12-13 Ekim’de hayatı durduruyoruz, yok sayamayız, bunlar oldu ve biz bu kafada oldukça da devam edecek. Devam edecek çünkü iki yüzlüyüz biz. Çalıp çırpsa da üste çıkacak, bağırıp çağıracak, biz madende kaybettiğimiz yakınımızı ararken iki tekme atacak, markette sıkıştırıp tokatlayacak, onu kaale bile almayan ülkelerin başkanlarına uluslararası platformlarda atarlanacak başkan istiyoruz biz. Biz gücü elinde tutan kişi adil olsun istemiyoruz ki, bizi ezsin istiyoruz, bize tepeden baksın istiyoruz. Biz gücün karşısında ezik olmak istiyoruz. Biz kültürlü, donanımlı bir başkan değil, mahalle kabadayısı, ucuz filmlerden fırlamış, ağzı bozuk  üçüncü sınıf delikanlı istiyoruz. Biz ayrıştırılmak, kategorize edilmek istiyoruz. Bizi yöneten başkan kırmızı ışıkta durmasın, hız ihlali yapsın, hatta oğlu bir vatandaşa çarpsın hiç ceza almasın istiyoruz. Düşünüyorumda meclise bisikletle gidip gelen bir başbakanımız olsa hiç saygı görmez, yadırganır hatta, hele bir de kırmızı ışıkta duruyorsa vay haline. Hakkımızın yenmesine, sömürülmeye ne kadar alışığız. İnsanlar elli metrekare ev için dünya paralar döküp içine dört kişi sığmaya çalışırken bizim başkanımızın binyüz odalı ak sarayda oturmasını, diğer devletler gözünde itibarımız diyerek  hak görüyoruz. Biz barış istemiyoruz ki, biz ezilmekten hoşlanıyoruz. Kömür parasına oyumuzu satıyoruz, boynumuza tasmamızı geçiriyorlar kirli elleriyle, seçim meydanlarına sürüklüyorlar, bizi elli liraya satın alıyorlar,  izin veriyoruz. İndirime girmiş nevresim takımı gördüğümüzdeki hazzı, bir kitabın indirime girdiğini görünce duymuyoruz. Çocuğumuzun eğitimine para harcamaktansa, arabamızı değiştirmeyi yeğliyoruz. Memleketimde hem özel okul var, hem devlet okulu, hem imam hatip, hem temel lise, hem anadolu lisesi nedir bu işin gerisi bile demiyoruz. Doların yeşilini, doğanın yeşilinden daha çok seviyoruz. Malcı milletiz biz, maddiyatçıyız, unutkanız,  bir de hamurumuz bozuk.

Ne Komünistiz ne sosyalist, çünkü kafamızda tilkiler var bizim, aynı safta bir olmaya, karşıyız. Köylü kurnazıyız biz kafamızda sürekli nasıl kaytarırım düşüncesi, bize, birbirimizi kırdıracak sistemin adamı lazım.

Ama milletçe masalları seviyoruz, kim kulağımıza bir masal fısıldasa mışıl mışıl uyuyoruz. Mesela uzun boylu adam şöyle bir masal anlattı geçenlerde “Bir varmış bir yokmuş, Suruç diye bir yer varmış, birisi burayı kana bulamış, ama bu kişi yakalanmış,  hatta adaletin şevkatli ellerine teslim edilmiş. Ülkemiz istikrarını koruyan yükselen bir ülke imajını sürdürmekteymiş. Ülkemizin yükselen itibarı bazıları için bir tehdit unsuru niteğinde olabilirmiş.” Ninni de ninni, ninni. Uyandık, gözümüzü açtık, bir anda sıçradık uykumuzun en güzel yerinde bakındık etrafa tam 97 ölü, etraf olmuş kan gölü. Üzüldük, yastayız dedik üst üste binen olaylarla biriken öfkemizi boşalttık içimizdeki balon söndü . Uykuya dalmaya hazırız artık, kısa boylu adam yine bir ninni mırıldanıyor; “Ülkemiz Suriye gibi olmayacak, bazen bu gibi rutin dışına çıkan eylemler olabiliyor.” Rutin dışına çıkan eylem nedir? Senin devlet olup koruyamadığın insanların eylemimi, insanların üstüne saldığın intihar eylemcilerimi rutin dışı? Söyle hangisi. Biliyorum herkes bağırıp çağıracak, gösteriler düzenleyip yarayı canlı tutmaya çalışacak ama üç gün sonra, canımızı yakan herşey gibi bu da unutulacak.
Aziz Nesin’in de dediği gibi Bir gün bu ülkenin başucuna bir not yanağına da bir öpücük kondurup gideceğim. çok tatlı uyuyordun uyandırmaya kıyamadım diyeceğim...

 Sevgiler,


Melis